15 Ağustos 2009 Cumartesi

Arkadaşlar, Web 2.0, Kentlileşme savaşı, ‘Yüz yüze’lik, Kendini Keşif

‘Web 2.0 nedir’ diye başlamak belki de en doğrusu olacaktır. Cevaba şurada, kolayca bir bakalım neymiş bir uygulamaya web 2.0 demek için gerekenler:
  1. Veriye serbest ve kolay ulaşılır bir yapıya sahip olmalı,
  2. Genellikle kullanıcıların kendi depoladığı ve istedikleri anda kontrol edip düzenleyebilecekleri veriler içermeli,
  3. Neredeyse tamamen bir web tarayıcı ile kullanılabilmeli (bu durum ağın bir platform olduğu düşüncesiyle bağdaştırılır),
  4. Veri'nin geri dönüşleri kullanıcının anahtar kelime ya da yer gibi parametreler içeren sorgusu doğrultusunda dinamik olmalı,
  5. Kullanıcıların, kullandıkları ve genişlettikleri sürece uygulamaya değer katmalarına müsade eden bir katılım mimarisine sahip olmalı.
  6. Çoğunlukla sosyal ağ özellikleri taşımalı.
  7. Semantik yani anlamlı web kavramının belirlediği standartlara uymalı,
  8. Verinin siteden çıkartılıp başka uygulamalarda da özgürce ve esnek bir şekilde kullanımına olanak sağlamalı,

Bu girizgâhtan sonra şuna bize bir göz kırpayım istedim hemen, evet bir konsept dahilinde avlanan geyikler gibi çekildik bu karadeliklerimize. Ama ne de meraklıymışız, yarıştık birbirimizi ezercesine. Kendi kendime “Blog tutsam kim takip edecek? Yakın arkadaşlarım doğal olarak. Zaten onlarla paylaşamadığım çok şey mi var ki internette Bizimkiler’in Ali’sinin sesiyle içlerinden seslendirecekleri bir günlüğe dökeyim akıp gidenlerimi.” Benim için internette kişisel site, en üretken yanımla dünyaya açılmak anlamındaydı. Aynı ben ise henüz kendini keşif döneminin hararetinden kurtulamamış, 20’li yaşlarında ama hiç yaşlanmayacakmışçasına yaşayan, sırf zorlanmadan yapabildiği için yaptığı bir kariyerinden arda kalan tüm zamanı sinema, müzik, kitaba ama en çok da insana harcayan kişiydim. Bir gün harcamaktan gayrı üreteceğime inanarak, hayattan beklentimi, hayattakilere ise diyeceklerimi her an sarfediyorum. İnternet güzel şey, düzenin çarpık sosyal ağlarına dolanmadan herkese ulaşabilmeyi vadediyordu. Ben ise dediğim gibi önce üretmek sonra ise ulaşmak derdindeyim.

Yukarıda bahsedilen 2. ve 5. maddenin çekimiyle üretmenin tadına varanlar kapıldı blog rüzgârına. Dışarıdaki sosyalliğin yükünü kaldıramayanlara internetin yaratıcı yükünü bindirdi pazarlama uzmanları ABD’deki cam kaplı kibrit kutularının yükseklerinden. Yalanı yok ben de internete aşığım, dar ve yeni kentlileşen çevremin geri kalmış ülkemle el ele vererek boğmaya çalıştığı tüm entelektüel çabamı boşa gitmekten kurtardı. Şehrimin sinemalarında göremeyeceğim filmleri torrentledim, gücümün yetmeyeceği müzikleri patır patır çektim, belki de sosyal baskıdan elimi uzatmaya korkacağım en anarşist en muzır en anti-etik içeriklere ulaştım. Okudum tükettim, tükettikçe değiştim. Ve ben interneti çok sevdim!

İnternette bu kadar vakit harcamama rağmen, içeriğini kullanıcının yarattığı içeriğe -dar kapsamda bloglara- ilgim doğmamıştı. Ekşi Sözlük vardı yetmez miydi? Her armuttan kıvam kıvam, onu yiyen ayıdan da boy boy vardı. Sonra tek tük arkadaşlarımın bloglarını, yahut yakınım olmasa da yakından tanıdığım ciğerini okuduğum insanların bloglarına sarmaya başladım. Yıllardır görüşmediğim bir dostumun blogunu ‘vay anasını’ diyerekten okudum. Burası er meydanı değil bildiğin soyunma kabinine dönmüştü. Yoksa yalan mı söylüyorlardı? Kendilerini olduğu gibi dökmekle, olmak istediği gibi dökmek arasında pek de fark yoktur. Sonuçta herkes tanrısına benzer, şimdi değilse de yarın!

İnsanoğlunun ne olduğunu anlatmaya gerek yok. Tanrıya yüklediği her sıfat esasen kendinde, yekten taşır iyiyi kötüyü. Aslında taşıdığı sıfatların ağırlıklarının da ehemniyeti yoktur. Sırf insan olmak bile haketmeye değer zaten hayatın getirdiklerini. Benim de arkadaşlarım onlardan birileri. 46 kromozomlu çoğu tahminimce. Onların bloglarını okudukça anladım ki onlar da insanmış, ama her zaman reddedeceğim raddede – dibine kadar. İnternetin yüzyüze olmamasının faydasını çok güzel çekmişler. Hep istekleriyle buldukları arasındaki tek farkın kendilerini eksik hissetmeleri olduğunu haykırdıklarım, bu farkı kapamak için kendilerini sevip hiçbir laflarını sözlerini sakınmaya ihtiyaçları olmadığını her fırsatta söylediklerim kendileri gibi olmayı başarmışlar. Günlük hayatta dile getirmedikleri, en dobra düşüncelerini dökmüşler. Birine resmen seninle seks için deliriyorum demedikleri kalmış, diğerlerine ise hepiniz aptalsınız ve size katlanamadım demeyi ardına koymamış. Ne cengaverlikmiş bu ya! Belki de aradıkları budur. Ben de az röntgenci değilmişim ama, onların açtığı delikten sanki yabancı birilerini gözetlercesine bakmayı tatlı tatlı sevdim bir an!

Ve benim yaptığım hata da budur işte! Anlıyorum ki kişinin dönüşümünde öncül-ardıl yok! Üretmeye giden yol belki bir blogla desteklenebilir. İçine tıktığın ve beklettiğin tüm spektrumun, belki azıcık dışarı sızdırmakla daha da çeşitlilik kazanır. O arkadaşlarım iki yüzlü olduklarından değil. Belki de safane bir metoda kanıp internet+günlük denklemini, internetin ‘yüz yüze’sizliğiyle günlüğün iç yolculuk yanını bireştirerek, kendi keşiflerine doğru yol alıyorlar. Yüzyüze diyemediklerini beyaz bir likit kristal matrisine aktarırken hayata ve ezginliğe karşı tüm geri çekilişleri unutup satırlar vasıtasıyla savaşıyorlar! Özel olması gereken, kendilerinden sakladıkları, korktukları-korudukları, kaçtıkları kendilerini kristal ekranda görüp daha da içlerini keşfediyorlar.

Bu bir yolculuk bileti. Bu yazıyla kestim koçanından ayırdım! Bakalım web 2.0’ın benim hayatıma getirdiği ne olacak. Ben neleri ifade etmekten korkarmışım da kendimi harflere dökmeden kendimde göremediklerim nelermiş? Neymiş benim en yabancıma sereserpe sunacağım taraflarım.

Hiç yorum yok: