20 Haziran 2010 Pazar

Korkuyorum: Redd-i Vicdan Taleplerinden

Devletin,
ordunun,
ülkedeki ve dünyadaki bilumum muktedirin;
millî, dinî vb. hiçbir amacının bir parçası değilim.
Savaşları benim savaşım değil.
Amaçları benim amaçlarım değil.
Çünkü ne idealleri ne pratikleri vicdanıma uyuyor.
Hiçbir kurumunun beni istemediğim şeyler yapmaya zorlayacak hakkı yok.
Hiçbir kurumunun parçası veya destekçisi olmamı sağlayacak meşruiyetleri olduğuna inanmıyorum.
Yaşamdan yanayım, insandan yanayım, herkes için herkesle beraber olmaktan yanayım;
sınırlara karşıyım, sefalete karşıyım ve bunları süreğenleştiren insan örgütlenmelerinin uğruna kılımı kıpırdatmam!
Korkuyorum, sistem beni doğduğumdan beri tehdit ediyor.
Ölmekten korktuğumdan çok öldürmekten korkuyorum.
Kapitalizm ve devlet her gün insanları öldürüyor ve doymuyor öldürtmeye kalkıyor.
Hiçbir gönül bağım olmayan bir yapıda bulunmaktan midem kalkacak biliyorum.
Doğduğum günden beri okullarda sokaklarda evlerde öğütüldüm;
tv'den, gazeteden, ders kitaplarından beynime bıraktıkları pislikleri temizlemek için yıllarımı harcadım!
Yüzlerle kitap okudum, film izledim; gözlemlediğim ve içinde bulunduğum çelişkilerden kurtulmak için, kendimi ve dünyayı tanımak için!
Artık biliyorum, ve parçası olmayacağım.
Evet korkuyorum,
öfkeliyim de.
Ve askere gitmek istemiyorum;
tıpkı silah yapan bir mühendis olmak istemediğim,
çocukların zamanını ve saflığını çalan öğretmenlerden olmak istemediğim,
plazalarda emekçilerin cebindeki parayı patronumu daha zengin etmek için çalmaya çalışmak istemediğim gibi.
Özgürlüğümü ve kendimi yaşamamı, gerçeklerimi tanımamı engelleyen bu sistemin içinde onun olmamı istediği şey olmamaktan ötürü
yalnızlaştığım,
yorulduğum
için;
onun kurallarına daha fazla uymadığımda başıma gelecekleri bildiğim için korkuyorum,
vicdanî reddimi ilân etmekten korktuğum gibi!

19 Nisan 2010 Pazartesi

Sevme Özürlü İnsan Üzerine Ukelalık

Önceleri acırdım ve süpermen kompleksi tanrı kompleksi karışımı bir ego ile adam etmeye çalışıp düştüğü "batak"tan çıkarmaya çalıştığım bir insan türüydü. Acımaktan çok artık kendimden uzakta tutmaya çalıştığım insan türü oldu. Hay hay, her insanın şansa ve insanca bir iletişime hakkı vardır. Ama karşınızdakinin artık emek ve ilginizle değişmesine, kaygı ve korkularından arınıp ne hissettiğini kavraması ve ona dokunacak kadar somutlaştırabileceği bir sevgiye doymasını sağlamak için destek olacak gücü veya isteği yitirdiğiniz durumlar olur. Bir insanı severek ve onun da sevebilmesini sağlayacak tüm enstrumanları, bilişsel desteği vermektesinizdir ama en önemlisi içindeki sevmeye yönelik açlık ve karşı koyamadığı bir çekimi hissettiğiniz durumlarda bazen elinizden bir şey gelmez. Tüm emek ve ilginizi onu biçimlendirmekten çok içine sığamadığı biçimini değiştirmesine, ruhunu ve egosunu yontmasına, yetmiyorsa da iç huzurunu sağlayacak rasyonel açıklamalarla onu gerçekle ve panikten uzak salt bir mantıkla tanıştırmaya harcadığınız olur. Ama işte bunun garantisi yoktur bazen ne yaparsanız yapın sevgi sevgiye varmaz. Bunun sebebi de yoktur. Bir nevi doğal felakettir bu. Başınıza geldiği gibi kabul etmeniz gerekir. Bir nevi sevgi paradigması, hatta hayattan beklentilerinize yönelik yaşadığınız paradigma farkı vardır. Bu fark öyle kuvvetlidir ki esasen senelerce sınırsız bir samimiyetle en derininizde saklı ve en karanlık bulduğunuz yönlerinizi bile sorumsuzca paylaştığınız olur, ama bu seneler sonucunda hayata ve olaylara bakışınıza dair tek bir harfinizin bile anlaşılmamasını sağlayacak bir iletişimsizlikle örülü olduğunuzu hissedersiniz.
Karşısınızda esasen bir direnç vardır. Değişmeye ve sizin sunduğunuz analizlere biat etmesini beklemeseniz de en azından gerçekle daha bağlı ve içine kapalılıktan daha çok sağlıklı gözlemlerine dayanan bir açıklık gerektiğini hissedersiniz. Ama karşınızda bulduğunuz hep süreksiz ve sınırsız bir direnç olur. Zaten bir insan iletişime ve kendini hamur gibi yoğurarak değiştirmeye bunca direnç göstermeseydi, değişmez miydi? Hayata dair kaygılarını, onu böylesine tekbaşınalığa iten yardımsız ve umarsız duruşunu çözümleyecek sihirli bir formül olmasa da, iç barışını sağlamasına yarayacak tüm analitik yeteneklerinizle ona kendi paradigmanızı sunarsınız. Ama dediğimiz gibi yaşamın adil olmadığını ve sevmeyi bilmeyen birine sevmeyi öğretmenin ne kadar ağır bir sorumluluk olabileceğini anladığınız zaman dilimlerinden biri olur bununla yüzleştiğiniz dönemler. Çünkü karşınızdakinin paradigması zaten kapalılık ve kendi en karanlık yanlarından kaçacak kadar kendisini tanımayı reddetmekten ibarettir. Bu yüzden tüm açık yüreğinizle ve samimiyetinizle onu kendi içindeki zorlu yolculukta yalnız bırakmayacağınıza ikna edemezsiniz, zaten ihtiyacının bir "paradigm shift" olduğunu da kabul etmeyecektir, sınırlarını kendi çizdiği ayrık problemleri vardır ve onları çözse her şey mükemmel olacaktır onca.
Kendine yabancılaşmayla birlikte seyreden bir durumdur, kendini sevmez birey öncelikle. Kendisini tanımaktan korkar. İnsanlara yanaşamayışına bir kılıf uydurmak en sık rastlanılan rasyonelleştirme biçimidir. Oysa ki bu birey kendi içindeki sevgisizlikten öyle bir korkar ki, kendisiyle yüzleşmekten acizdir. Bu yüzden tüm kucağını sevgisini hayatını ona açmış kişilerden kaçar. Bilir ki sevebilmek için birini, önce kendisini sevmek zorundadır. Bilir ki, kendisini sevmek için en el değmemiş yanlarına doğru hamleler yapmak zorundadır. Bu ağır bir görevdir kolayca kalkılamaz bunun altından.

Tensellikten çekinmeler, kendisine günlük dertlerden bir koza kurup sizi olduğunuz yere mıhlamakla birlikte büyür. İrrasyonel davranışlar, çelişik mantık silsilelerini taşıyan bölük hayat parçalarını sürdürmenin yorgunluğu, ve soyutlanma bunun en bariz göstergelerindendir. Kendisini sevdiğini bildiği bir kişiye bile açıkça neden sevmediğini söyleyemeyecek kadar, kendi gerçekliğinden kopukken bir insan, zaten bunca çelişik ve bulanık bir gerçeklik ve insan ilişkilerini bünyesinde toplaması çok da şaşırtıcı olmamalıdır.
Çünkü o kendini sevemeyen kişi, tüm hayatının kaygılarından, iktidarsızlıklarından, tatminsizliklerinden, haysiyetsiz muamelelerinden sıyırıp kendini ve damıtıp algılarını size doğru altın bir tepside koşulsuzca sunmalıdır sevgisini. Çok kolay görünen bu kendini şeffafça açık etmek, kendisini şeffafça görecek bilişsel yolculuklardan mahrum kalmış bireyi yeterince ketenpereye getirir. Sevgi koşullu olmaz bunu herkes bilemez belki, ama en azından hisseder insan. Sevgiyi koşula bağladığınız da sevgi yok olur. O artık bir onaylanma beklentisine düşüş, bir ilgi orospuluğunun gizli tezahürüdür. İşte insan aynı şekilde kendisini sevişini de belli koşullara bağladığında, kendisini beklenti veya istekleriyle aykırı bir gerçeklikte bulduğu an bunu kaldıracak gücü bulamaz. Bu durumlar sevgisini beklediğiniz insanın neden sizi sevemeyecek kadar yorgun olduğunu gösterebilir işte. Az biraz akıllıysa zaten bu çelişikliğin kendisinin hayat olduğunu ve bu çelişkilerden kendisine hayat denen diyalektir yolculuğu yontması gerektiğini anlardı. Yoksa gündelik kaygılarıyla, tatminsiz koşuşturmalarında hedefine varmak için sabırsızca ilerleyen bir ok gibi size anca vızıltısını bırakacaktır.
Bunca çaba niyeydi peki? Travmalardan azade yaşamak mümkün müdür bilemem. Ama ben istemezdim. Çünkü travmalarımdan ve depresyonlarımdan çıkarken ben egomu ezmeyi öğrendim. Zamanla büyürken o, nasıl yontacağımı anladım. İnsanın içindeki canavarla mücadelesinde sevgiye ve belki de analitik yeteneklerini dumura uğratacak kadar zorlu bir isteksizlik duyduğu depresif dönemlerinde sabır ve inatla ona gerçeği işaret edecek olan birilerine ihtiyacı vardır. İnsan sevdiğine bu yüzden emek verebilir. Zaten sevmeyi bilenlerin böyle bir sorunu olmaz, ama sevme özürlü küçük insan, içindeki büyük insanı keşfedeceği süreçte bile sevmeye ve sevilmeye muhtaçtır. Eğer içinizdeki enerji tükenmemişse seversiniz. Ama bazen sevme özürlü insan sizi öylesine yorar ki, artık karşıdan görmediğiniz emek ve bulamadığınız ilginin sevginin koşulsuzluğunun kuvvetini-sevginin kimyasını alt ederek içinizdeki o ılık hissi törpüleye törpüleye tükettiğini görürsünüz. Ve sevginin tükenebildiğini, elinizden geldiğince emek ve ilginizle yarandırmaya çalıştığınız sevginin aslında karşınızdakinin özgül koşulları içerisinde şansınız için bir kelebeğin kanat çırpmasından daha fazla bir anlam ifade etmediğini öğrendiğinizde hayatla yüzleşmiş de olursunuz. Hayat budur, bir doğal afet gibi kabul etmelidir sevme özürlü insanları. İçinde sevgiyi var etme ihtimalinize iman edebildiğiniz ölçüde sürecek bir mücadeledir bu. Ben bu mücadeleden vazgeçebilmeyi geç öğrendim diyebilirim. Karşımdakini az çok tanıyıp analiz ettikten sonra tekil hayatların adamı mı yoksa sevgisiz yaşama katlanamayan bir açık yürekli mi olduğuna karar verip, ona karşı olan hislerin mantık dışı bileşenlerle de oluştuğuna her daim "aklımda" diyerek, kimyasal çekimin bana lades dedirtmesinin önünü almayı öğrendim. Yani sırf içinizi kıpır kıpır eden bir çekim var diye, sevemeyecek bir insanı sevmemeyi tercih edebilecek olgunluk ve içgörüyü taşımanın huzurunu duyuyorum. Pragmatist ama acısız ve beklentilerinizin ağırlığını hafiflettici olduğu kadar, her aptallığınızda olduğu gibi sevgisiz bir yaşamı reddedişinizin getirdiği salaklılarınızı daha rahat kabul etmenizi sağladığı da su götürmez bir gerçek artık.

1 Kasım 2009 Pazar

Nüfus Cüzdanı

Beni Türkiye'ye bağlayanın yalnızca anadilim olduğunu düşüneduruyorum uzun süredir. Bir kitabı okuduğumda, içimde fırtınalar koptuğunda ya da en güzel sevgi ve nefret sözlerini seçerken cümlelerin taklalar atabileceği tek dil bu benim için. Yoksa bırakıp gitmek çok kolay. Yemeğine de alışılır başka yerin, geleneğine de. Peki ben Türkiye'ye nasıl alışacağım?

Göbeğimden nakışlandığım Türkiye travmaları üzerimize salarken... Bugün Sonbahar'ı seyrettim. 10 yaşındaki Enkidu neler hissetmişti açlık grevleri sırasında? 13'ünde 'Hayata Dönüş Operasyonu'nu överken hocası sınıfta, iflah olmazlığına nasıl sinirlenmişti?

Uzun zamandır hazırladığım bir liste var benim, Türkiye nam coğrafyanın kendisine yabancılaşmasına yol açan travmaları biriktiriyorum. Hayır kesinlikle tarihin bir döneminde her şey daha güzeldi, başka coğrafyalarda böyle şeyler olmadı demeye vardırmayacağım. Ama yabancılaşma ve yalnızlaşmanın, ülkeyi nasıl bir açık hava hapishanesine çevirdiğini hatırlamak için bu liste çok önemli. Bu liste benim için şimdiki dünya görüşüme evrilirken kaybettiğim 20 yıl demek, dahası önümdeki 20 yılın nasıl kayıplaşacağı demek. Geçen kayıp yüzyılın yarattığı yıkım işte. Her madde için okuma yaptıkça geçmişimizin nerelerde olduğunu bulacaksınız. Milli Eğitimin nasıl bir kıyma makinası olduğunu da...

İttihat ve Terakki, Babıali Baskını
Ermeni Soykırımı
1. Dünya Savaşı- Emperyal Hayaller
Çerkes Ethem ve Milli Mücadele Dönemi Muhalefetin Sindirilmesi
Onbeşler Katliamı (Mustafa Suphi ve TKP'lilerin Öldürülmesi)
Zorunlu Yörük İskânları
Mübadele
Dersim, Ağrı vb. Zaza-Kürt İsyanları ve Bastırılış Şekilleri
Kurtuluş Savaşı Efsanesi ve Lider Kültü => Önemli
Köylüye Ağır Vergiler
Ormanların Peşkeş Çekilmesi
Feodalizm
Devletçilik ve Sermaye Transferi
Nazım ve Diğer Muhalifler
Uyuşturucu Maddeler İnhisarı
Kürt Raporu
33 Kurşun Vakası
Dil Devrimi (Alfabe Değişiminden çok geçmişle kültürel bağın kopması, dilin güdükleşmesi)
Kuruluş Dönemi Irkçılık ve Şovenizmi
Diyanet İşleri ve Devletin Dine Müdahalesi, Güya Laiklik
Trakya Olayları (Yahudi Pogromu)
İskân Kanunu
Yirmi Kura İhtiyatlar Olayı
Varlık Vergisi
'Vatandaş Türkçe Konuş'
Tan Gazetesi Baskını
49'lar (50 Kürt Aydınının Tutuklanması)
6-7 Eylül Olayları (İstanbul Pogromu)
Şehir Adlarının Türkçeleştirilmesi
Alevi Köylerine Cami Yapılması
Köy Enstitüleri Hurafesi => Önemli
28 Nisan Olayları
27 Mayıs Darbesi
Kürdistan'ın Geri Bırakılması- Göç Sorunu- Çarpık Kentleşme
9 Mart Darbe Girişimi
12 Mart Müdahalesi
Denizlerin İdamı
THKO ve 68 Kuşağının İmhası
Kızıldere Katliamı
Bahçelievler Katliamı
Heybeliada Ruhban Okulu ve Azınlık Vakıfları
Ülkücü Terörü ve karşısındaki Goşist Sol Yapılanmalar
Kıbrıs İşgali ve Nüfus Yapısıyla Oynanması
Kanlı 1 Mayıs
Fatsa Deneyimi / Nokta Operasyonu
Maraş/Çorum/Malatya Alevi Katliamı
12 Eylül Darbesi
Amasya Armutçuk Maden Faciası (69 ölü)
ASALA ile Hukuk Dışı Mücadele
Diyarbakır ve Metris Cezaevleri İşkencehaneleri
PKK Kalkışması ve Yeni Düşük Yoğunluklu İç Savaş Dönemi
Çernobil Tedbirsizliği
Musa Anter Suikastı
Zonguldak Kozlu Maden Faciası (263 ölü)
DEP'lilerin Linçi
Kürt Üniversitelilerin Dağa İtilmesi
Sivas Katliamı
Başbağlar Katliamı ve Güneydoğu'daki Sivil Kayıplar
Manisalı Gençler
Özel Tim/Köy Koruculuğu
Yargısız İnfazlar
TSK'nın Yaktığı Köyler ve Ormanlar
Faili Meçhuller
Gözaltında Kayıplar (OHAL)/ Cumartesi Anneleri
Susurluk Skandalı/ Derin Devlet
Gazi Mahallesi Katliamı
28 Şubat Müdahalesi
Mavi Çarşı Katliamı
17 Ağustos Depremi
Ölüm Oruçları - F-Tipi - Hayata Dönüş Operasyonu - Tecrit
Karadeniz Sahil Yolu (Cihan Eren Cinayeti)
Asimilasyon Mağdurları ve Yitmekte Diller (Arnavut/Boşnak/Pomak/Bulgar/Makedon/Karakaçan/Muhacir/Mübadil, Abhaz/Abaza/Oset/Adıge/Ubıh/Lezgi/Çeçen/İnguş/Avar/Lak, Roman/Abdal, Kürt, Laz/Megrel/Pontus Rumu/Hemşinli/Gürcü, Zaza, Alevi, Nasturi/Keldani/Süryani/Asuri, Yezidi, Yörük/Tahtacı/Türkmen, Yahudi/Aşkenazi/Sefarad, Karamanlı, Rum, Ermeni, Nusayri/Arap, Zaza, Tatar/Kırımlı/Nogay, Giritli/Adalı, Levanten, Afrotürk, Azeri/Karapapak, Rus/Don Kazağı/Leh/Alman, Gagauz, Yeni Dönem Mülteci/Kaçak Göçmen)
Eşcinsel*LGBTT/Azınlık/Hayvan/Engelli/Emekli/Çocuk/Kadın/Mahkum/Öğrenci/İşçi Hakları
Yabancı Düşmanlığı, Marjinalize edilen kesimler, Ötekileştirme
Hrant Dink Suikastı
Rahip ve Misyoner Cinayetleri
Gelir Uçurumu ve Yaygın Sefalet
Erkek Egemen Toplum
Vicdani Ret, Total Ret
Çevre Kirliliği ve Soyu Tükenmekte Türler
Irkçı/ Gelenekçi/ Antidemokratik/ Militarist/ Gerontokratik Eğitim Sistemi
Darbe Teşebbüsleri
Dolaylı Vergi Sistemi
Polis Cinayetleri
Sosyal Devlet/ Toplu Taşıma/ Sağlık/ Asgari Ücret/ Barınma/ Parasız Eşit Eğitim/ Sendikal ve Siyasi Haklar/ Örgütlenme Özgürlüğü (Siyasi, Etnik, Kültürel, Dini, ...)
12 Eylül Darbesini çağıranların şimdi darbe karşıtı kesilmesi
Silahlanma ve Ordu, Ordunun Ticari (Oyak ve Vakıf), Hukuki (Özerk Askeri Mahkemeler) ve Siyasi Faaliyetleri, Jandarma Sorunu
Bilge Köyü Katliamı
Yükselen Irkçılık, Ulusalcılık, Neoliberal Dincilik
Polis Devleti
Sürgünde ölenler
Tutuklu 'Taş Atan Çocuklar'
Özel Hayatın Dokunulmazlığı ve Bilgi Mahremiyeti Sorunu
Genetiği Değiştirilmiş Organizma İzni
Orman ve Maden Talanı
Sulak Alan Talanı ve Su Yönetimsizliği
Sahillerin Betonlaşması
Mayınlı Araziler
Eşcinsel (veya LGBTT) Cinayetleri
Namus/Töre Cinayetleri
Çocuk İstismarı
Hidroelektrik Santralleri (Munzur, Ilısu, Furtuna, ...)
Kentsel Dönüşüm Yalanı - Rantsal Dönüşüm
Toplumsal Tarihe ve Hafızaya Tecavüz
Kültür Varlıklarının Korunamaması
Özerk Üniversite
Özgür Basın, Kamu Yayıncılığı-TRT Özerkliği
Medyada Tekelleşme
Sporun Endüstrileşmesi - Futbol
Özgür Sanat ve İfade Özgürlüğü
Sanat ve Spor'un Tabana Yayılması
Katılımcı Demokrasi
Başörtülü Kadınların Üniversitelere Alınmaması, Memur Olamamaları
Yerel Yönetim / Merkez Zıtlığı
Dünya Emekçi Kadınlar Günü ve 1 Mayıs Mitingleri
Banka ve Maliye Sömürüsü
Hukuk, Polis, Asker, Bürokrat, Akademi Statükoculuğu
İnsani Değerlerden Uzak Sarı Sendikalar, Meslek Odaları, Barolar
İnsan Hakları İhlalleri, Demokrasi Tıkanıklığı
Özelleştirmeler, Kamuya Ait Taşınmazların Satışı
Güldünya Tören, Uğur Kaymaz, Ceylan Önkol, Festus Okey, Baran Tursun, Güler Zere, Serap Eser
Parti kapatmalar
Yükselen şiddete bulaşan orta sınıf
Tersane Cinayetleri

Aklıma geldikçe genişleteceğim!

26 Ekim 2009 Pazartesi

Barselona Barcelona Barthelona



Geçtiğimiz cumartesi aktarmalı bir uçak yolculuğunun ardından ulaştım buraya. THY'nin verdiği karnıyarık-şarap ikilisinin ardından ilk bir şapşala döndüm bavulumu beklerken. Burası benim haritada baktığım terminal değildi. Neyse ki ortasınıfa mensup, Türkiye tatilinden dönmekte olan iki annem babam yaşlarında çiftle tanıştım.

Kendileri bu terminalin yeni olduğunu, otobüsle diğer terminale geçeceğimizi, oradan trenle şehir merkezindeki Sants Estació durağında ineceğimizi, oradan bana binemem gereken hattı göstereceklerini söylediler. Bir çift karı koca hemşire (erkek olanına da nurci dediklerinden...) Diğerleri ise fabrikada ustabaşı pozisyonlarında bir çift. Sentetik iplik üretimindeler. Kendilerini solcu gören bu orta yaş amca teyzeler dinden de nasiplerini almamışlardı. Muhabbet şu eksende ilerledi:

-Türkiye harika, İstanbul muhteşem!
-Türk insanı bizim gibi sıcak. İsveçliler ne gıcık öyle...
-Faslılara, pakilere, çingenelere dikkat et. Hırsızlık olabilir. (Her ne kadar sorunu sefalet ve göçe bağlayabilseler de bildiğin orta sınıf ırkçılığı!)
-Sen çok katalan görünüyorsun!
-Bak annesi babası öğretmen o da mühendis olmuş çok zeki belli ki.
-Müslüman mısın? Eğer değilsen 'jamon serrano'yu tatmalısın. Ben daha önce tattım ve bayıldım dediğimde -laf arasında ailemden dini bir eğitim veya empoze almadığımı, esasen dinsiz fakat kültürel olarak müslüman olduğumu da ifade ettim, onlar al bizden de o kadar dediler.- ağzının tadını biliyormuşsun kıvamında övgüler aldım.
-Burası daha Avrupa'dır, İspanya değildir. (Daha sonra kahkahalarla zaten İspanya olamaz çünkü Katalonya dediğimde zevkten dört köşe oldular.) Aynı Paris nüfus falan çok karışık dediler. Ufak bir İzmirli tripleri sezdim anlayacağınız.

Sonra ufacık hostelimin ufacık odasına yerleştim. Hızlı bir wi-fi beni mutlu etti. Çıktım önce bir benzinliğe gidip (saat geç olmuştu) kemirecek bir şeyler aldım.

Pazar günü erken kalktım. Şu gördüğünüz rotada uzunca yürüdüm. Galatasaray uluslar arası ilişkiler mezunu iki kızla ve Avusturyalı iki türk kızla tanıştım. Picasso müzesinde harika vakit geçirdim. Büfenin birinden Guinness'imi alıp içerek gotik mahalleyi ve eski sokakları dolandım. Genel rota: Sagrada de Familia, Gaudi caddesi, Hospital de la Santa Crau y Sant Pau, Torre Agbar (ki hayatımda gördüğüm en fallik bina! İlk resme bakın!), Teatro Nacional de Catalunya, Arc de Trionf, Catedral de Barcelona, Palau de la Música Catalana (modernle klasiği harmanlamış muhteşem bir yapı, dünya mirasında), Picasso Müzesi (Pazar 15'ten sonra beleş turistlere: Gerçi İspanyalı olmadığıma inandırmak için pasaport beklediler ya! Aksan bile olmayan ispanyolcamdan da anlayabilirlerdi.)

Hostelim şehrin Tarlabaşı gibi eski apartmanlarla dolu olan kısmında. Mükemmel titiz bir plan ve eski İstanbul apartmanlarından binlercesi! Çok nostaljik ve orijinal bir asansör bile var binada 3 kapısını da tek tek kapatmadan hareket ettirilemeyen!

Bir de ilginç bir olay yanına geldiğim doktora marketten çıkarken rastlamamdı! Market de bildiğin BİM'den hallice, Almanya da da aynı durum vardı! Hipermarketlere gidemezsen bunlara mahkum kalıyorsun. Onları da göçmenler bekliyor zaten. Temizlik, garsonluk vb ne kadar alt sınıf iş varsa hepsi Pakistanlı, Faslı, Güney Amerikalı (bildiğiniz yerli çoğu), Afrikalılarda.

24 Eylül 2009 Perşembe

Kaza Raporu

Alışveriş sepetimize en iri ego paketinden bir adet daha atalım. Dışımızdaki dünyadan yalıtılmış, bir güç kalkanı arkasında metafizik bir boyutta himaye altındayızdır sanki. Dokunulmadıkça dokunulmazlığıma kaptırmış gitmiştim kendimi. İnsan aklı başında değilken de kazalar, felâketler yaşar. Ufaklığıma tekâbül eden bu tür travma nüvelerini, nasıl olup da travmasız atlattığımı bilmiyorum. Oysa emektar Renault Toros'umuzla birlikte banketten uçarken bagaj camından yıldızların nasıl göründüğünü de gayet net hatırlıyorum.


Bu hisle aklım başıma erdikten sonraki ilk hasar verici tanışmamı 2007 yazında Almanya'ya uçmak için İstanbul'a giderken yolda otobüs şoförünün uyuması sonucu -tesadüfe aynı sırada ben de çığlık sesleriyle uyandım!- yolun iki tarafındaki bariyerler arasında pin-pon topu gibi sekerken yaşadım. Yüzümle asfalt kaplama arasındaki mesafenin azalışının korkusunu hala unutamıyorum, kaldı ki o günden sonra şehirler arası yollarda otobüsü yalnız bir kere kullandım! Kendim kullandığım otomobillerle kendimi daha güvende hissediyorum şehirler arası yollarda artık.

Aynı hisle direksiyona sarıldım bu bayram. Ailem beni alıp abimin yanına geçecekti. Hem babamın yorulmasını istemememden hem de şoför mahalinde güvende hissedişimden yol boyu arabayı kullanmayı kafama koymuştum. Şimdi klasik prensiplerle araba sürdüğümü, yasal ilkelere uymaktan ziyade 'gündüz farı' kullanmak misali ek önlemleri elimden bırakmadığımı söylemem gerek. Gayet pimpirikli bir sürücüyümdür. Sürüş yeteneklerimden çok, hata yapmamayı ilk sıraya koyarım. Trafikte tâkip mesafesini korumayı, yol eğimi ve dolanımına göre hızımı makul sınırlarda tutmayı, işaretleri dikkate almayı önemserim. Gerçi trafikte sizin hatanız olmasa bile, karşınızdakinin hatasını kapatmanız gerekebilir. Sürüş becerileriniz sizi diğer sürücülerin hatalarından kurtarabilir, şanslıysanız!

Babamın uyarıları, hatırlatmaları bayram trafiğinin getirdiği olağan üstü dikkat ihtiyacı zaten yeterince canımı germemiş gibi, radyoda bayramın ikinci gününde ölü sayısının 65'i aştığı anonsaları sürücülerin hepsi gibi benim de sinirimi yeterince bozuyordu. Afyon ile Uşak arasında bir mevkîde ben 100km/sa hızı psikolojik sınırım olarak belirlemiş ilerliyordum. Yol yapım çalışması ile bölünmüş yola son verilmişti. Güvenlik şeritlerinin Devlet Karayolları tabelaları ile kapatıldığı bir gidiş-geliş yol düşünün. Sürekli takip mesafesinin altında düşmekle düşmemek arasında ikilem yaşıyordum. Derken bir yokuş başlangıcındaki boşluğa güvenip beni sollayan birkaç araba yüzünden hızımı alamadan tepeye tırmanmıştım ki yokuş aşağı gördüğüm manzarayı çözümlemekte güçlük çektim.


Şöyle bir manzara düşünün: Yolun orta yerinde birbirine resmen kaynaşmış iki otomobil. Sağ bankette önü yok olmuş bir başka araba, üzerinde bir karayolu levhası ve az ötede sol tarafı tanınmaz halde bir araç daha. Hava yastıklarının dumanı, yerlerdeki siyah bakalitler, camlar, bükülmüş metal parçalar. Motorlardan çıkan buharlar ve yerlere yayılan yağın koyu görüntüsü. Peki ama insanlar nerede diye düşündüm, bir kazanın hemen ardını gördüğümü ilk anladığım an. Sanki bir fotoğrafa bakıyordum. Nasıl olmuştu da bir ses duymamıştık, nasıl şimdi insan sesleri yoktu? Arabanın yalıtımı bizi de 10 saniye ötemizdekinden nasıl soyutlamıştı ve soyutlamaya devam ediyordu?

Cd'de çalan Ravel'in Bolero'sunu kapayabilmiştim ilk an refleksiyle. Daha sonra babamın mı uyarmasıyla tam bilemiyorum ama arabayı kazanın önünde güvenli bir mesafede yol kenarında durdurdum. Babamla tek kelime etmeden arabadan çıkıp koşmaya başladık. O an sanki 'play' tuşuna basılmış gibi kaza yapan araçlardan ve karşı istikametten duruma şahit olan diğer arabalardan da insanlar çıkıp koşmaya başladılar. Böyle bir manzaraya hazırlıksızlığımı o an hissettim. Tek bilebildiğim trafiğin zaten akamayacağıydı -kendi güvenliğimi sağlamak için buna mecburdum- yolun ortasında bir enkaz vardı. Zaten yaşlı bir amca trafiği kesmeyi akıl etmişti.

İlk an gördüğüm görüntüler kanımı dondurmaya yetmişti. Çarpışan arabaların yol ortasındaki karşı yönden geleninden ağzı gözü kanlar içinde biri kız biri erkek iki kardeş çıktı. Onların hemen ardından -daha sonra babaanneleri olduğunu öğrendiğimiz- yaşlı bir teyzeyi yere yatırmak zorunda kaldık, kendini iyi hissetmiyor ve 'Yetiş ya Muhammed, yetiş ya Ali' diye feryat ediyordu. İlk dalgınlığımla sadece çocuklarla ilgilenmiştim. Sürücü koltuğunda hava yastığına yığılı kalmış babalarını kanlar içinde gördüğümde onları uzaklaştırmaya çalışmam nafile idi. 15 civarı yaşta olan kız ile -daha sonra öğrendiğim üzere 12'sinde Uğurcan adındaki- kardeşinin şok içerisinde ağızları gözleri kan içindeydi bir kadının elimize verdiği şişelerle yüzlerine su serpip şoktan çıkartmaya kalktım.

Bu sırada 'pause' düğmesine bastı ta derinlerimden bir dürtü. Dikildim ve çevreme bakındım. Bankete düşmüş arabada sıkışan genç sürücü ile yanına serilip kalmış genç kadının kanlar içindeki görüntüsüne şahit oldum ve arabanın arkasında puset içerisinde ağlayan bebeğin sesini işittim, ardından çocukların çıktığı arabada hareket etmeye başlayan yüzü kanlar içerisindeki babalarıyla göz göze geldim. Sanki kaldıramıyordum bu sahneyi, bizim arabaya doğru koştum ve içeri girdim kapıyı kapadım biraz su içtim. Annem ne olduğunu sordu, şahit olduklarıma katlanamadığımı ilettim ona. Sonradan söylediğine göre ellerim titriyormuş ve benzim bembeyaz kesilmiş. Arabayı tekrar nasıl süreceğimi bilemiyordum. Çok kısa süren bu kaçış hissimi yardıma ihtiyacı olanları düşününce üzerimden attım ve tekrar arabadan çıkıp geri gittim.

Bu sırada banketteki araçtan çıkan kadını yol kenarına yatırmış, konuşturmaya çalışıyorlardı. Tam gözümün önünde çocukların babası arabadan çıkmış yürüyebileceğini söylerken yere yığılmış kalmıştı. Babamı banketteki aracın kenarında kapıyı açmaya çalışırken gördüm. Sıkışan adam nasıl da metin görünüyordu. Babam kapıyı açamazken, arkadan araca giren bir adam sürücünün koltuğunu yatırıp adamın acısını az da olsa dindirmeye çalışıyordu. Ben ise yapılan tüm hamlelerin sakatlıklara veya istenmeyen sonuçlara yol açmasından ne kadar korktuğuma şaşırıp aşırı müdahale etmemeleri için insanlara karışıyordum. O sırada beni destekleyen bir ses duydum, bu kadın çocukların annesiydi, Hacettepe Üniversitesi Hastanesi'nde sağlık memuruymuş.


Anlamıştım ki kendimi daha güvenli hissettiğim şekilde yardımcı olmalıydım. Çocuların yanına gittim. Çok derine inmeye gerek yok, belki de kendimi özdeşleştirebildiğim içindir, erkek çocuğunun elini tuttum. Titremesi durmuyordu, burnunun kırıldığı belliydi. Şoktan ve rahatlaması için kafasına dökülen sudan dolayı hızlı esen rüzgar altında zır zır titrediğini farkettim. Elinden tutmuş üstüne kuru bir şey giydirmeye götürürken annesini gördük ve bana arabayı gösterdi, çocuğa kuru bir şeyler giydirdim. Durmadan 'Ambulans nerede?' diye çağırdıkça, onun için çok uzun gelen sürenin taş çatlasa 10 dakika olduğuna onu ikna etmek imkansızdı. Yerde yığılı yatan, onun tümden bağımlı olduğu yokluğunu düşünemediği babasıydı. Babannesi ağzı kanlar içinde uyanık tutulmaya çalışılıyordu. Oyalamak için sorular sordum. Kanlar içindeki insanlardan uzaklaştırıp, bizim arabaya götürüp kafasını havluyla kuruladım. Adı Uğurcan idi, 12 yaşındaydı, Beytepe İlköğretim Okulu'nda okuyordu, Etimesgut'ta oturuyorlardı, annesi Hacettepe'de sağlıkçı idi. Burnundan nefes alamıyordu ve sağ omzu şişmeye başlamıştı. Durmadan 'Çok teşekkür ederim', 'Size minnettarım' diyen bir çocukla acısını hissetmek kolaylaşıyordu. Sıkıca tutup konuştukça az da olsa onun rahatladığını hissettim. Ambulans ve Arama Kurtarma'nın gelmesi için trafiği tek taraflı durduran gençler sayesinde polis ulaşmıştı ve kontrolü ele almaya çalışıyorlardı. Babam artık profesyonellerin geldiğini, bizim gitmemiz gerektiğini söyledi. Arabaya gerisin geri dönerken, elim yüzümün, kıyafetimin kan olduğunu gördüm.

Araba kullanacak kadar iyi olduğumu duyunca, yola çıktık. Arkamızda bıraktığımız manzara karşısında, bir merak da büyümüştü içimde. Belki en hastalıklı yanımla, küçük bir his köprüsü de kurmuştum. Kazanın sebebi karşımızdaki şeritten, sürücünün uyuyup aksi şeride geçmesiydi. İlk araba sol taraftan sıyırarak yırtmıştı, ikinci araba kafadan gömüp fırıldak gibi dönerek bankete uçmuştu, üçüncü araç ise ağır süratte kafadan girmişti. Yani yarım dakikalık bir farkla ben de elimden bir şey gelmeden, araçta sıkışan taraf olabilirdim. Hem his köprüsü, hem de o faciaya teğet geçmenin verdiği ucuza yaşadığım hissi beni hâlen takip etmekte. Önceki sefer de kolay atlatamamıştım. Ama bu sefer deneyimliyim sanırım. Çünkü şahit olanlar için bu kazanın etkisini kolayca görmüştüm, yol veren bir biçerdöveri hemencecik geçebilecekleri bir durumda korkudan geçmeye cesaret edemeyen 50 araçlık bir konvoy! Ben ne mi yaptım en kafadan sollayıp geçtim. Zaten araba sürdüğüm her an aynı korkuyu yaşadığımı tekrar anladım.

19 Eylül 2009 Cumartesi

Bir Film Âdeta

Hayatımda tutku'nun eksikliğini çektiğimi söyleyebilirim. Bu hissi kendi kendime değişik bakışlarla defalarca söylemişliğim mevcut. Nasıl reddedebilirim böyle bir gerçeği? Anlatsam gülesiniz gelir. Yaşam ritmi değişmemiş bir adamım ben yıllardır. Siyasi fikirlerim keskinleşmekte, buna mukabil cinsiyet, toplum, hayat, aile, teknoloji ve mesleğim hakkındaki düşüncelerim de mezhepçe genişleyedurmakta. Sıkıldıkça lisede yazdıklarını okuyup hâlâ (laf arası, ilk şapka uzatma ikincisi ise inceltme! çok yetkin bir alfabemiz var!) onlara 'irdeleme yönünden zayıf' fakat 'sonuç ve ilke olarak hâlen ben' yaftalarını yapıştırabilirim. Öğrenci durumum ve kazandığım paranın değişiminin aksine değişmemiş bir yaşam akışım var.

Gülersiniz demiştim, ucunden göstereyim. Bu bireyin sakalları tam çıkmamış, yamalı bir surat oluşturuyorlar (diplomalı mühendisim ben -yaaaa- çocuk değilim); göğüs kılları daha geçen sene çıkıverdi- bildiğin pörtledi. Sanal bir "daha tam olgunlaşmadım" tatmini sağlıyorlar (Önce 20 yaş dişlerimi 16 yaşımda çıkarttığımı, kemik olarak orta yaşa yaklaşmış olabileceğimi hatırlatırım!). Bu yaşta dahi evliliği bırak sabit bir yaşam ritmi ve yerleşik bir düzen kurmaya en uzak halimden memnunum. Yatılı okul psikolojisinin ömre hakim olması bu sanırım! Su dağıtımcılarının sahip olduğu cinsten bir renault kangoo ile ulaşım lüksünü tadıyorum. Çocuk gibi ona bakıyor, düzenli olarak onu en iyi şartlarda yaşatmaya iyi bir kaynak ayırıyorum. Toplumsal sınıfını aşmaya çalışan, en iyi okullarda okuyup üç kuruşa çalışarak hayatında bir şeyleri değiştirdiğini sanan klasik futbol meraklısı, plaza delikanlısı bir mühendisle ev ortaklığım var, sırf mali kaygılarla.

Cinsel hayatım kesat. Bugünlerde muhtemelen ilk aşkımı öpmek ve onunla sevişmek için nasıl yıllar ardından yanıp tutuşabileceğimi keşfettim, rüyamda görüyorum gibi anlaşılmasın bu sıralar tekrar sıkça görüşmeye başladık. Hakkımı yememek için şunu söyleyeyim. Romantik sayılacak eser kıymette his bile beslememekteyim, tek durum şu: Kendisini sevgiyle kucaklanabilecek kapasitede ve ateşli bir şekilde sevişilecek çekimde buluyorum! Sanırım minimal tatmin sınırı saydığım kritere kadar düştüm beklentide. Sevişebileceğim bir arkadaş, ama yakın olanından!

Sanki loop'a alınmış hayatım ve ben ikinci sınıf Holywood yönetmeni gibi re-make çekiyorum dönem dönem.

Burada durup beklemeyi teklif ediyorum. Cinsellik önemli bir tatmindir ya, tutku neden yok anlatayım. Sevişebileceğime inandığım kişi sayısı çok değildir benim. Duygusal iğrenti diye tabir ettiğim bir eşik oluşturdu bünyem. Bu iğrentiyi sıradan insanların oluşturması çok kolay. Yalnız bana hayatımın bir dönemi çok yakın olmuşlar için geçmek çok da zor değil. Genelde insanlara karşı kötü his biriktirmeme gibi bir huyum var, gerzek ve açıklamasız davrandıklarında insan doğalarına ve patetik düşünüşlerine yorup optimist bir masturbasyon yapıyorum. Annem ve babamı seçmediğime ve onları kötü yanlarıyla sevebildiğime nasıl kâni isem, çevremdekiler için de bu söz konusu. Çekebilen her insan evladı yeterli gibi sırf zevk alma uğruna terli ve bol salgılı bir debelenme için. Ama bu iğrenti eşiği beni yalnız penetrasyonla doyan insandan ziyade sevişebilen bir insan yapabilecek sanırım. Ha yeri geldi, sizi güldürür beni ağlatır bir gerçek. Sayısını bildiğim kadar cinsel deneyimlerim mevcut, ama daha hiç 'seviş'memiş bir bakir sayabilirim kendimi!

Hayatım bu kadar işte, tutku bunun neresinde bilemiyorum! Ama çevreme azıcık baktığımda referens alacak bir eşik arıyorum. CV'lerin vazgeçilmez satırlarından bende de var: Varoluşçu kitaplara ilgi duyarım, distopyaları da severim ve onların bana neyi istemediğimi bilmenin önemini öğrettiğine inanırım, keşfedici bir müzik dinleyicisi olarak kendimi tanımlarım, sinemaya empresyonist açıdan bakmakla birlikte sosyalist/anarşist/marksist okumaya açık, psikanalist ama en çok da 'absurde' kavramının eylemle buluşmasına odaklı filmleri severim. Ben bu muyum? Peki ya nedir içimde bana hâkim olmuş bu Oblomov'un amacı, üretkenliğimi bir türlü keşfettirmeyen ben?

En büyük hobim, hatta tutkuya en yakın uğraşım bu hayat. Ve müdahale etmeksizin onu takip etmeyi seviyorum. En yakınımdakilerin hayatları benim için bir film gibi ama daha zamana/mekâna yayılmış ve etkileşimli. Odaksız olması en güzel yanı. Bazısı aşık oluyor, bazısı bir arkadaşını sevebildiğini keşfetmiş ve onu hayatına daha çok sokmak için istekli, bir diğeri kendisini tanımayı unutmuş hayatı tanımaya çalışıyor ama her seferinde kendisiyle çözemediği belaları ona hayatın içinden heyula gibi karşı koyuyor, bir hayale aşık olmuş onu her gittiği yere taşıyor ve arkadaş bir bedene hapsetmeye kalkıyor. Ben ise her defasında onların gerçek film karakterlerine dönüşmesini, alelade mühendis/doktor/öğrenci/plaza insanı kırıntılarından sıyrılıp kendileri olmalarını aptal olmamalarını bekliyorum. Toplum etiğini sallamayıp hatta bir etik sistematik kaygısını umursamadan kendisi olmasını-hissetmesini-dokunmasını, çevresinin kendisini sınırlamasındansa yalnızlaşabilmeyi seçmesini, sevgiyi bulduğu yöne kilitlenebilip mantık ve samimiyet topuzunu kaçırmış insanları hayatlarından çıkarabilmelerini, istedikleri düzene bir adım daha yaklaşmak için meydanlarda savaşmalarını, kendilerine yabancılaşmadan hissettikleri kimlikleriyle ayakta durabilmelerini, eşcinsel-kürt-filistinli-engelli-topraksız köylü-kadın-travesti-çocuk-türcülük karşıtı-anarşist yani oldukları kişiler olarak ne dayatılıp hangi kalıba sokulacaklarından ziyade ne olmayı canları çekiyorsa o olmak için birey olmayı seçmelerini umuyorum. Bu filmi izlemek tutku barındırıyor benim için, umduğumu bulmak önemli değil. Bu hikayede kendimi keşfediyorum ben. Çünkü metrajı çok uzun olsa da özeti insan olmak bu filmin.

16 Eylül 2009 Çarşamba

Ama Dostlar İyidir

Bu bir alt metin taşıyor. Kısıtlı çerçevesinde az biraz kabullenme var. Sanki etraf kimseler buyurmuşlar ‘Dostlar seni yer’ sen de cevap vermişsin. Manik depresif olmak, aptal olmak veya kendinin farkında olmak sınırları çizilmiş ak beyaz olgular asla olamazlar. İnsanlar içlerindeki zıt veya yalnızca o sürelik zıt işleyen düşünce süreçlerinin çekiminde, bir o yana bir bu yana savrulduğu döngülerden ders çıkararak bir sonraki savrulacağı kutupları yaratan zeki varlıklar. Sizin en ‘mal’ olmayan yanınız bu süreçlerinizi yorumlayarak dönüşümünüz için farkındalık taşımak olabilir. Eğer hormonlarınız damarınızdan taşar ise bu durumlar sekteye uğrar. İşte o an ben dostlarımı tanırım hayrola ne bu tavırlar diyerekten seyirtirim onlara doğru.

Sen de iyi biliyorsun. Bu hâlini en iyi görecek olan benim. Benimkini ise sensin. Bu, seçilmiş olmamızdan ziyade bu kadar yakınımıza girmesine izin vermememizden başkalarının. Esasen ben özel çaba göstermiyorum. Kendimi daha çok tanımaya çalışmamı çevremdeki dingillerin çoğu kendimi gayet net tanıdığım ve özgüvenimin tavana vurduğu şekilde algılıyor. Bu bazısını hırçınlaştırıyor, çirkinleştiriyor ve bendeki ‘huzurlu, barışık olmayan ama barışmaya çalışmanın dengesi’ni hisseden karşımdaki bünyeye ego çöküntüsü yarattırabiliyor. Benzer süreçler belki de kendileri sokulmaya çalışsa arkadaş olabileceğim ahmaksıların benden uzak durmasına yol açarak beni koruyor, korurken yalnızlaştırıyor. Hatta genel olarak çevre ve merkezin karşılıklı belirleyiciliğine binaen, dünyayı tanımaya, kariyer seçimim sayesinde evrenin yasalarını çıkarmaya kalkışıyorum. Bu başlıkların iç mekanizmalarını çözerken oluşturduğum örgüler ise disiplinler arası çözümlemeler ve modernist bir tümden açıklayıcılık tarzı basit kurallara götürüyor beni. Sonuçta üretiminden çok yorumlama ve veri toplamaya dönüşmüş bir yaşantıdan dünyayı tanımaya çalışıyorum. Mahallenin dedikoducu, müzevir ev hanımıyım. Her şeyden temel olarak bilgim var, evrenin kurallarına, hikayelerinize hakimim. Kendimi tutup konumlandırdığım bu algı durumu ve çok uzak alanlardan aldığım bilgileri işlemekle meşgul olmam, her şeyden kısıtlı olarak anlayan ama hiçbir şeyden tam olarak anlamayan bir adama dönüştürdü beni.

İnsanlar ise battıkları çamurda öyle çırpınıyorlar ki benim içinde kendimi bulageldiğim bu tanıma mücadelemin bana kattığı tüm vasıfları kendi gözlerinde üstünleştiriyorlar. Dinsizsem korkuyorlar, anarşistsem ürküyorlar, biseksüelsem yeter artık diyorlar. Kimisi kayıp diye görüyor, kimisi ise yazıklı bir iç dengeye kavuştuğumu düşünmekle birlikte onlara çok cesur gelen benim olağan gerçeklik algımdan ürkercesine benden de kaçıyorlar. Bazıları kendimi tanıma sürecimin tanığı olmaktan bile yeterince ürküyor, insanın beyni var çünkü: ezkaza kendime soruverdiğim soruları kendisine sorarken buluyor kendini.

Ben de yaklaşırken insanlara korkusuzum. O farkına varmadığım insanı tanıma yeteneğimin seçtiği kişilerdensin. Neyin ters gittiğini bilinciyle ayırt edemeyen fakat bir şeylerin ters gittiğini anlayabilen yangın deneyimlisi bir itfaiye eri gibiyiz. Gördüğü belirtileri tahlil etmesine gerek duymadan, bilincinin arkasında belirtilerin işaret ettiği gerçek konusunda onu uyaran ne ise, arkadaşları sevdiren de bu bilincin arkasındaki ‘sistem boşta işlemi’. Evet sevgi esasen bu denetimsiz bağ. Şimdiye kadar pek şaşmadım insanlar konusunda. Artık yaptığım hatalar mı kişiliğimin bir parçası oldu da böyle düşünüyorum, bence hayır. Çünkü yeterli basitlikte etik değerlerle yaptım bunu (Bu tabii ki bu etik değerlerin boyutlarımızın üstünde bir geçerlilik çemberi olduğu iddiasını taşımıyor.)

Buraya kadar laga luga idi. Sen zaten bu olmayan görsel aldatmacadan ibaret engelleri aşmışsın. Ne benim kendimi bir şey sanmam yerinde, ne de senin. Bu engelleri aşanlar arasında dünyanın en düz insanı olabilecekler de mevcut, dünyanın en marjinal kişilikli denebilecekler de.

Şimdi başa dönelim az veya çok bana benziyorsun. Ve ben seni görebiliyorum. Her anını belki kendime yarar bir bilgi çıkarmanın saf umudu, say ki iyi bir film izleme dileği, o da olmadı işe yarama kaygısıyla yazıyorum kafama. Süreçlerini takibe alıyorum. Ekstrapolasyonlar yapıp tahminlerde bulunuyorum. Geçtiğimiz ay manik geçtiyse senin için ve sebepleri çıkarsamaya kalkıyorsam, depresyonun eşiğinde kontrolü kaybettiğin bir yerde kulağına bir şey fısıldayabilirim. Hayatı ve seni ne kadar tanıdığımı test ediyorum yeri gelince. Ama unutma sen benim için önemlisin. Öncelikle bana düzlemsizce kendini açabildiğin ve benim açılabildiğim yerdesin. Yalnızca labatuvarım olamazsın, yoksa kitaplar ve filmler yeterli gelebilirdi. Sevgi denen bir zımbırtı da var işte.

Şimdi bir bilim adamı gibi şuna inanalım. Yeterince vakit ve emek ilgiyle harcanırsa kendi hayatımızın bugününü ve bilmediğimiz bir devirde sınırları çizilmiş kişiliklerimizi keşfedebiliriz, böylece dönüştürebiliriz. Ve rastgele arkaplanlara ve geçmişlere sahip insanların yorumları bu bilimsel soruya bakarken bulunacak cevaplar içindeki hataları ayıklamaya çok yarar. Bugün için dilediklerine varamadığın durumlar, istemediğin fakat içinde çırpındığın duygusal tuzakları aşmak böyle mümkün. Bunlar dünyanın en önemli sorunları elbette değiller. Yalnızca lezzetli ve fakat alerjik besinler. Zevk, korku her ne mekanizmayla olursa olsun hormon ve beyin kimyanı ele geçirdiklerinde kendini içinde bulduğun konumu değiştirme yeteneğini, farkındalığını senden alıyor. Kullanmasan bile (çıkmak istemediğin duygusal travmalar sana tad veriyor da olabilir – aşk gibi) bu yetkinlikten yoksun kalmamak en iyisi. Bir ‘emergency button’. İhtiyaç halinde kırınız yazıyor. İşte benim burada demek istediğim şu: Lab arkadaşı olmalıyız. Birimiz sorulara yanıt vermekten aciz kalırsak diğerimiz onu konuya yetiştirecek şekilde probleme yakın olmalı.