24 Eylül 2009 Perşembe

Kaza Raporu

Alışveriş sepetimize en iri ego paketinden bir adet daha atalım. Dışımızdaki dünyadan yalıtılmış, bir güç kalkanı arkasında metafizik bir boyutta himaye altındayızdır sanki. Dokunulmadıkça dokunulmazlığıma kaptırmış gitmiştim kendimi. İnsan aklı başında değilken de kazalar, felâketler yaşar. Ufaklığıma tekâbül eden bu tür travma nüvelerini, nasıl olup da travmasız atlattığımı bilmiyorum. Oysa emektar Renault Toros'umuzla birlikte banketten uçarken bagaj camından yıldızların nasıl göründüğünü de gayet net hatırlıyorum.


Bu hisle aklım başıma erdikten sonraki ilk hasar verici tanışmamı 2007 yazında Almanya'ya uçmak için İstanbul'a giderken yolda otobüs şoförünün uyuması sonucu -tesadüfe aynı sırada ben de çığlık sesleriyle uyandım!- yolun iki tarafındaki bariyerler arasında pin-pon topu gibi sekerken yaşadım. Yüzümle asfalt kaplama arasındaki mesafenin azalışının korkusunu hala unutamıyorum, kaldı ki o günden sonra şehirler arası yollarda otobüsü yalnız bir kere kullandım! Kendim kullandığım otomobillerle kendimi daha güvende hissediyorum şehirler arası yollarda artık.

Aynı hisle direksiyona sarıldım bu bayram. Ailem beni alıp abimin yanına geçecekti. Hem babamın yorulmasını istemememden hem de şoför mahalinde güvende hissedişimden yol boyu arabayı kullanmayı kafama koymuştum. Şimdi klasik prensiplerle araba sürdüğümü, yasal ilkelere uymaktan ziyade 'gündüz farı' kullanmak misali ek önlemleri elimden bırakmadığımı söylemem gerek. Gayet pimpirikli bir sürücüyümdür. Sürüş yeteneklerimden çok, hata yapmamayı ilk sıraya koyarım. Trafikte tâkip mesafesini korumayı, yol eğimi ve dolanımına göre hızımı makul sınırlarda tutmayı, işaretleri dikkate almayı önemserim. Gerçi trafikte sizin hatanız olmasa bile, karşınızdakinin hatasını kapatmanız gerekebilir. Sürüş becerileriniz sizi diğer sürücülerin hatalarından kurtarabilir, şanslıysanız!

Babamın uyarıları, hatırlatmaları bayram trafiğinin getirdiği olağan üstü dikkat ihtiyacı zaten yeterince canımı germemiş gibi, radyoda bayramın ikinci gününde ölü sayısının 65'i aştığı anonsaları sürücülerin hepsi gibi benim de sinirimi yeterince bozuyordu. Afyon ile Uşak arasında bir mevkîde ben 100km/sa hızı psikolojik sınırım olarak belirlemiş ilerliyordum. Yol yapım çalışması ile bölünmüş yola son verilmişti. Güvenlik şeritlerinin Devlet Karayolları tabelaları ile kapatıldığı bir gidiş-geliş yol düşünün. Sürekli takip mesafesinin altında düşmekle düşmemek arasında ikilem yaşıyordum. Derken bir yokuş başlangıcındaki boşluğa güvenip beni sollayan birkaç araba yüzünden hızımı alamadan tepeye tırmanmıştım ki yokuş aşağı gördüğüm manzarayı çözümlemekte güçlük çektim.


Şöyle bir manzara düşünün: Yolun orta yerinde birbirine resmen kaynaşmış iki otomobil. Sağ bankette önü yok olmuş bir başka araba, üzerinde bir karayolu levhası ve az ötede sol tarafı tanınmaz halde bir araç daha. Hava yastıklarının dumanı, yerlerdeki siyah bakalitler, camlar, bükülmüş metal parçalar. Motorlardan çıkan buharlar ve yerlere yayılan yağın koyu görüntüsü. Peki ama insanlar nerede diye düşündüm, bir kazanın hemen ardını gördüğümü ilk anladığım an. Sanki bir fotoğrafa bakıyordum. Nasıl olmuştu da bir ses duymamıştık, nasıl şimdi insan sesleri yoktu? Arabanın yalıtımı bizi de 10 saniye ötemizdekinden nasıl soyutlamıştı ve soyutlamaya devam ediyordu?

Cd'de çalan Ravel'in Bolero'sunu kapayabilmiştim ilk an refleksiyle. Daha sonra babamın mı uyarmasıyla tam bilemiyorum ama arabayı kazanın önünde güvenli bir mesafede yol kenarında durdurdum. Babamla tek kelime etmeden arabadan çıkıp koşmaya başladık. O an sanki 'play' tuşuna basılmış gibi kaza yapan araçlardan ve karşı istikametten duruma şahit olan diğer arabalardan da insanlar çıkıp koşmaya başladılar. Böyle bir manzaraya hazırlıksızlığımı o an hissettim. Tek bilebildiğim trafiğin zaten akamayacağıydı -kendi güvenliğimi sağlamak için buna mecburdum- yolun ortasında bir enkaz vardı. Zaten yaşlı bir amca trafiği kesmeyi akıl etmişti.

İlk an gördüğüm görüntüler kanımı dondurmaya yetmişti. Çarpışan arabaların yol ortasındaki karşı yönden geleninden ağzı gözü kanlar içinde biri kız biri erkek iki kardeş çıktı. Onların hemen ardından -daha sonra babaanneleri olduğunu öğrendiğimiz- yaşlı bir teyzeyi yere yatırmak zorunda kaldık, kendini iyi hissetmiyor ve 'Yetiş ya Muhammed, yetiş ya Ali' diye feryat ediyordu. İlk dalgınlığımla sadece çocuklarla ilgilenmiştim. Sürücü koltuğunda hava yastığına yığılı kalmış babalarını kanlar içinde gördüğümde onları uzaklaştırmaya çalışmam nafile idi. 15 civarı yaşta olan kız ile -daha sonra öğrendiğim üzere 12'sinde Uğurcan adındaki- kardeşinin şok içerisinde ağızları gözleri kan içindeydi bir kadının elimize verdiği şişelerle yüzlerine su serpip şoktan çıkartmaya kalktım.

Bu sırada 'pause' düğmesine bastı ta derinlerimden bir dürtü. Dikildim ve çevreme bakındım. Bankete düşmüş arabada sıkışan genç sürücü ile yanına serilip kalmış genç kadının kanlar içindeki görüntüsüne şahit oldum ve arabanın arkasında puset içerisinde ağlayan bebeğin sesini işittim, ardından çocukların çıktığı arabada hareket etmeye başlayan yüzü kanlar içerisindeki babalarıyla göz göze geldim. Sanki kaldıramıyordum bu sahneyi, bizim arabaya doğru koştum ve içeri girdim kapıyı kapadım biraz su içtim. Annem ne olduğunu sordu, şahit olduklarıma katlanamadığımı ilettim ona. Sonradan söylediğine göre ellerim titriyormuş ve benzim bembeyaz kesilmiş. Arabayı tekrar nasıl süreceğimi bilemiyordum. Çok kısa süren bu kaçış hissimi yardıma ihtiyacı olanları düşününce üzerimden attım ve tekrar arabadan çıkıp geri gittim.

Bu sırada banketteki araçtan çıkan kadını yol kenarına yatırmış, konuşturmaya çalışıyorlardı. Tam gözümün önünde çocukların babası arabadan çıkmış yürüyebileceğini söylerken yere yığılmış kalmıştı. Babamı banketteki aracın kenarında kapıyı açmaya çalışırken gördüm. Sıkışan adam nasıl da metin görünüyordu. Babam kapıyı açamazken, arkadan araca giren bir adam sürücünün koltuğunu yatırıp adamın acısını az da olsa dindirmeye çalışıyordu. Ben ise yapılan tüm hamlelerin sakatlıklara veya istenmeyen sonuçlara yol açmasından ne kadar korktuğuma şaşırıp aşırı müdahale etmemeleri için insanlara karışıyordum. O sırada beni destekleyen bir ses duydum, bu kadın çocukların annesiydi, Hacettepe Üniversitesi Hastanesi'nde sağlık memuruymuş.


Anlamıştım ki kendimi daha güvenli hissettiğim şekilde yardımcı olmalıydım. Çocuların yanına gittim. Çok derine inmeye gerek yok, belki de kendimi özdeşleştirebildiğim içindir, erkek çocuğunun elini tuttum. Titremesi durmuyordu, burnunun kırıldığı belliydi. Şoktan ve rahatlaması için kafasına dökülen sudan dolayı hızlı esen rüzgar altında zır zır titrediğini farkettim. Elinden tutmuş üstüne kuru bir şey giydirmeye götürürken annesini gördük ve bana arabayı gösterdi, çocuğa kuru bir şeyler giydirdim. Durmadan 'Ambulans nerede?' diye çağırdıkça, onun için çok uzun gelen sürenin taş çatlasa 10 dakika olduğuna onu ikna etmek imkansızdı. Yerde yığılı yatan, onun tümden bağımlı olduğu yokluğunu düşünemediği babasıydı. Babannesi ağzı kanlar içinde uyanık tutulmaya çalışılıyordu. Oyalamak için sorular sordum. Kanlar içindeki insanlardan uzaklaştırıp, bizim arabaya götürüp kafasını havluyla kuruladım. Adı Uğurcan idi, 12 yaşındaydı, Beytepe İlköğretim Okulu'nda okuyordu, Etimesgut'ta oturuyorlardı, annesi Hacettepe'de sağlıkçı idi. Burnundan nefes alamıyordu ve sağ omzu şişmeye başlamıştı. Durmadan 'Çok teşekkür ederim', 'Size minnettarım' diyen bir çocukla acısını hissetmek kolaylaşıyordu. Sıkıca tutup konuştukça az da olsa onun rahatladığını hissettim. Ambulans ve Arama Kurtarma'nın gelmesi için trafiği tek taraflı durduran gençler sayesinde polis ulaşmıştı ve kontrolü ele almaya çalışıyorlardı. Babam artık profesyonellerin geldiğini, bizim gitmemiz gerektiğini söyledi. Arabaya gerisin geri dönerken, elim yüzümün, kıyafetimin kan olduğunu gördüm.

Araba kullanacak kadar iyi olduğumu duyunca, yola çıktık. Arkamızda bıraktığımız manzara karşısında, bir merak da büyümüştü içimde. Belki en hastalıklı yanımla, küçük bir his köprüsü de kurmuştum. Kazanın sebebi karşımızdaki şeritten, sürücünün uyuyup aksi şeride geçmesiydi. İlk araba sol taraftan sıyırarak yırtmıştı, ikinci araba kafadan gömüp fırıldak gibi dönerek bankete uçmuştu, üçüncü araç ise ağır süratte kafadan girmişti. Yani yarım dakikalık bir farkla ben de elimden bir şey gelmeden, araçta sıkışan taraf olabilirdim. Hem his köprüsü, hem de o faciaya teğet geçmenin verdiği ucuza yaşadığım hissi beni hâlen takip etmekte. Önceki sefer de kolay atlatamamıştım. Ama bu sefer deneyimliyim sanırım. Çünkü şahit olanlar için bu kazanın etkisini kolayca görmüştüm, yol veren bir biçerdöveri hemencecik geçebilecekleri bir durumda korkudan geçmeye cesaret edemeyen 50 araçlık bir konvoy! Ben ne mi yaptım en kafadan sollayıp geçtim. Zaten araba sürdüğüm her an aynı korkuyu yaşadığımı tekrar anladım.

Hiç yorum yok: