25 Ağustos 2009 Salı

Savunma

Geçmişte yazdığım bir yazıyla bilgisayarımda karşılaştım. Yazının bir yerinde belirtmişim, bu yazıyı da herkese okutmaktan çekinmeyeceğimi. Şimdi baktığımda bazı açılardan kaygı verici-hatta kısmen komik bazı açılardan ise dibine kadar ben.

Yazı yakın bir arkadaşımın kendini yeni bir gönül macerasına koşmasının ardından aramızda geçmiş bir tartışmaya ithaf. Ben kendisinin kendini henüz tanımadığını iddia ediyordum. Daha kendisi ile problemlerini çözemediğinden, bu yeni işi de eline yüzüne bulaştıracağından... Çünkü kendisiyle derdi olduğunu, özgüven problemlerinden kurtulamadığını düşünüyordum. Karşısındakinin ne kadar iyi veya ne kadar evlerden-uzak bir tip olduğunun önemi yoktu. Açık olan bir şey vardı. Kişilik ve ego mücadelesinden başka bir şey çıkamazdı ilişki girişiminden.

Aleni bir şekilde bunu ifade etmiştim. Gireceği maceranın anca bir haz ve uyku nöbeti olacağını. Etkisinde kaldığı hormonlarının ve yaşama hırsının gözünü karartacağına dikkat çekmiştim. Bu bir uyku olacaktı. Deli bir şekilde çekildiği insanla aslında kendisini paylaşabileceği kadar bile tanımıyordu kendisini, dibine kadar da kaçıyordu. Çünkü içine baktığında bariz olan korkuları, kaygıları ve yaşanmamışlığın eksiklik hissi idi, öz saygısı veya sevgisi mevcut olmadan başkası ne kadar sevilebilirdi ?

Bu analizimin ardından ise "Her şeyi akıl ve mantıkla açıklamaya çalıştığın için hissedemiyorsun. Azıcık da kendini çekimin akışına bırak." tandansında bir yanıt almıştım, gayet sert ve hayatı benden mi öğreneceği havasında. Ben ise ahmakların sevemeyeceğine, anca debeleceğine inanmışlığımla sevdiğim bir arkadaşım tarafından bu raddede red edilmişliğime karşılik kendimi kendime, azıcık da ona savunmuştum.

Bu 'savunma' yazısı, işte o anın hızlı düşünce akışının, anında harflere aktarılmış halidir. Gün 18.05.2007, saat 02.31. Esasen bir tişörtten başka da bana hatırlatan az şey kalmıştır bu vakayı.

***

Sanki ben hiç istemiyor muyum içimde neler olduğunu bildiğim halde bilmiyormuşçasına kendimi akıntıya bırakmayı? Hiçbir çarem yokmuş gibi de kınanmaktan bıktım sanırım mantıksallaştırma süreçlerinin sonucunda. Gerçek budur insan azıcık dinleyince kendini, buluyor bazı sebepleri. Sebeplerden korkmayı anlayışla karşılayabilirim, ya da başkasına söylemek konusundaki isteksizliği. Ama hırçınlaşmayı kaldıramıyorum işte, hele sevdiğim insanlardan gelince bu vurgunlar. Neden ki? Ufacık bir soru sormuştum. Pek ala bilir insan neyi niçin istediğini! Bu bilgiden kaçmak, dediğin gibi geleceğimde arzuladığım his dünyama kavuşmak için zaruriyse ne yapalım o da olmayıversin artık. Çünkü ben bunu beceremiyorum: içimdeki dinamikleri görüyorum, o makinanın her aksamasındaki arızayı bulamasamda işler vazıyette hangi dişlinin niye ses çıkardığını bulabilirim. Haklılık payları vardır elbet. Bu mekanizmaları – bok varmışçasına- hızlı bir şekilde çözmeyi öğrenmiş olmamdan dolayı içinde bulunduğum anı hissedişim gevşemiş olabilir. Hatta özlediğim his de budur! Bu sarhoşluğu doyasıya yaşamak, ama herhangibir sohbet esnasında bile bu mekanizmayı durdurmaya çalışmak sarhoşluktan evvel ahmaklık getirmez mi? Sorduğum soruların cevabı olduğuna eminim. Doğrusunu, yanlışını katmaksızındır bu tesbit. Ancak insanların bu kaçışlarının onlara mutluluk getiriyor olduğu düşüncesinin bir kırıntısı bile beni en çaresiz durumların içinde hissettiriyor. Carpe diem, oldu hoş anı yaşayalım! Ne güzel oh ne ala, ama kanını bildiğim insanlar “düşümüyorum hissediyorum” derken, onların aslında gayet de durumlarına hakim olduklarına inanıyorum. Olsa olsa bana söylemek istemiyorlar ya da kendi dillerine bile değdirmekten çekiniyorlar bu konuyu. Ama bu noktada benim ayağıma bastıktan sonra lütfen gelip de hayatın anlamını bulmuş derviş ayağıyla bu gönüllü körlüğe geçebildiklerini iddia etmesinler. Sadece kendilerinin inandırıcılığının yok olması veya benim kalbimin kırılmış olması olsa içimi burkan, bunları rahatça içimden atmayı da becerebiliyorum. Daha ileri gidip de beceremediğim bu insanlar tarafından itilmişlik hissini, senelerdir kaçtığım yalnızlığımı yanında unuttuğum kişiler tarafından tekrar karşıma getirilmiş bulmak. Hoş bu kızgınlığın içinde aslan payı şüphesiz benim kendimi asla o mevkiye koyamayışımın getirdiği ego çöküntüsü de olabilir. Tabi C. ne yapar: gün gelir bu yazıları bile herkese okutmaktan çekinmez; tek hatası kendisinin gerçekliği bu kadar hissederken uyuşmayı başaramaması sonucunda herkesi bu başarısızlığın kıyısında kendine dayanak görmesi de olabilir. Ama tekerrürü çok seven tarih bana hediyesini maaşallah tarih bile denemeyecek peryotlarla sunmakta. Düşünmek sorgulamak yüzünden suçlanmamı geçiyorum, kendimi anlatamadığım nokta aslında kendilerinden bile sakladıklarını (sandıklarını) benden de saklamaya çalıştıkları noktadır. Sonrasında içlerinde yuva yapmış olan, -sözde- görmezlikten gelmeyi başardıkları bu ilerlemeleri daha sonra onlara duygusal dalgalanmalar olarak geri döndüğünde tüm sürecin farkına vardırtılan arkadaşlarım durumu kabulleneceklerdir; neden sonra tekrar bunu unutup kendilerini göt pozisyonuna koyan sürecin başında tekrar yer alırken, kendilerine aynı kısır döngüye girdiklerini anımsatan C. her şeyi mantıkla çözmeye çalışmakla suçlanacaktır. Olsundur, ne hoştur, C. bunlara alışıktır. Kim bilir onlar bu uykudan uyanmalarına sebep olacak hiçbir uyarım yaratmayacak bir sürece de –sözde- tercih edilmiş içgörüsüzlükleri ile girişip en sonunda uyuşukluğa kendilerini tamamen teslim ederek mutlu kıvamlarına erişeceklerdir. Benim aradığım mutluluk budur zaten? Daha doğrusu aynı nihayi durum benim mutluluk özlemimle denktir. Daha ileri gidersem bir gün gelir ben de bu uykuya dalmak üzereyken beni uyandırmaya çalışan başka bir arkadaşım bana..

“Nedenleri biliyorsun, bana söylemedin burası tamam. Hatta anlayış gösterip isteklerini de yerine getirmek dost olarak görevimdir. Yalnız lütfen kendinden saklamaya çalıştığın şeye işaret eden beni suçlama! Unutma ki sonunda derin duygusal saplantılarına giden yol, bu görmezden gelme sırasında içine yuvalanan habis duygu tomurcukları (tümor de denebilir) yüzünden seni yaşamından soğutacak duruma ulaştığında; gördüğün halde görmezden gelişin kendinden de nefret etmene varacaktır ve yüce gerçeği -yani kendinin en büyük düşmanının yine sen olduğunu- sana hatırlatmış olmaktan dolayı senin beni üzmen sikimde de değil! Yoksa bunları daha önce konuştuğumuzda benimle aynı fikri paylaşan da sendin. Farkındasın ki ben kendime üzülüyorum! Tabi sana olan sevgim de çözülebilmiş değil, zaten bağlılıkların kökeni ulaşamayacağımız hormonel ve fizyolojik temellere de varacağından aramızdaki sevginin de sebebini aramak nedensizdir. Bu yüzden ben senin yanında mutlu hissettiğim zaman asla sorgulamayı keserek, uyuşarak varmadım bu mutluluğa. Tercihsiz – içgörümün sınırları dışındaki- uyuşukluğum bu saydığım diğer etmenlerle birleşip beni senin yanında mutlu yapıyor. En bayağı insanlık değerlerini paylaştığım herkesi senin kadar sevmiyorsam da sebebi budur! Konumuza dönecek olursak beni gerçek hislere varmamakla suçlarken lütfen bir daha sorgulayışımı öne sürme! Sen nasıl hissediyorsun bilmem ama ben şu anda sorgulayarak da sevebiliyorum. Yalnızlık biterken bir uykuya dalacaksam da emin ol o gün beni bu uykuya çekecek olan cazibe gözümü öylesine almış olacak ki zaten sorgularken teslim olacağım. Diğer türlü olur, uykuya dalmak üzereyken uyanırsam da umarım benim şu an senin yanında olduğum gibi sen de benim yanımda olursun dostum.”

...dediğinde onu anlayacağıma eminim, çünkü içimde öyle bir duyu var ki o seçilmiş uykunun bir gün bir yerde belki de en savunmasız bir zamanda patlak vereceğini söyleyip şimdiye kadar da hep patlak verdiği bilgisiyle harmanlayarak beni bu yoldan alıkoyuyor. (Bu patlak verme mevzusunu önceden konuşmuştuk!) Sende aynı duyuyu göremiyorum ama gördüğüm bir şey varsa senin de benim kadar sorguladığın. Bu beyin durmuyor ne yazık ki sen de biliyorsun. Ve sen benim kadar sorgularken bu duyudan yoksun oluşun bana kendimi yalnız hissettirmesinin yanında senin ilerde çekeceğin acıyı da şimdiden hissetmeme yol açıyor. Ama yine bildiğin bildik dediğin dediktir. Tek bilmen gereken bu gözlemlerin de benim sebebini çözemediğim depresif modlara kaymam da benzersiz bir rolü olduğu. Sana bundan fazla tutunmak da zaten yersiz. Bu yersizliği içimde hissederek bitecek bu gece, bitirirken yazıyı tek dileğim bunca şeyi boşa yazmış olmamdır; yani senin mantığını, sen sorgularken kör eden gerçek uykuyla karşı karşıya olduğuna inanmak istiyorum. Böyle olsun ki ben de bu gece işgüzarlık yapmış ama gereksiz hamlesi –allahtan- sonuç vermemiş olduğuna, her tarafın zararsız çıktığına inanarak uyuyabileyim.

***

22 Ağustos 2009 Cumartesi

Kahve, Uyandır Bizi Bu Hayattan!

Ben şahsen içine doğduğum kıt kanaat geçinme becerisine sahip memur ailesinde zevklerin hobilerden geldiğini öğrenemeyecek bir zihniyetle büyütüldüm. Arkamda bir ses sürekli tutumlu olmamı fısıldadığından, bugün bile kendi paramı istediğim miktarda harcayacak yaşta olduğum halde, dönerin yanına ikinci ayranı isteyemem. Buna karşın artık bazı nesnelerin ve eylemlerin beni kendisine çekişine karşı koyamayıp, kazandığım parayı zevk almak üzre harcamak noktasına geldiğimi kavradım. Alkol bu konuda kendimi tutamadığım ilk mecra olmakla birlikte, bir şarap bağında kendi üretimim olan butik şaraplarımı size sunmam için henüz bayağı erken. Şimdilik hazır tüketimle damağımı eğlendiriyorum.

İkinci çekim merkezi ise kahve ile gerçekleşti. Yurdumun acıyı hayatına ortak gören insanları, kahvesini de acı içmez mi? Ben bu acılık arasında tadı yitirmiştim. Hazır kahve denen illet ise toptan nefret etmemi sağlamıştı. Kahve de tütün gibi bir kültür küresi yaratmış, sihirli tarım mahsulü. Yabancı kahve dükkanı zincirleri ile bu kültür ülkede yaygınlaştı. Yurt dışındaki mekanlarda Türk kahvesi yerine içilen 'shot'lar da beni büyüleyince, tadını arar oldum. Beni kendine yavaştan çekti, internette okudum okudum. Avrupa ahalisi, bu acının bertaraf edilmesi için gerekli yöntemleri 150 yıl öncesinde keşfetmeye başlamış ve kahvenin deyim yerindeyse ruhunu okumuş. Artık bu kadar okuduktan sonra ben de hak ettiğime inandım her sabah, acısından fakir, aromasından zengin bir bardak kahveyi. Yukarda görünen Moka Express nam kahve demliğini İtalya'dan bir arkadaşa getirttim. Güzel bir bardak kahveyle güne başlamak ise ayrı bir renk haline geldi.

Daha sonra yazmak üzere kenara koymadan kalemimi, bir soru takıldı aklıma. Kahve zihinsel aktiviteyi tetikleyen bir içecek olsaydı dünyamız nasıl olurdu? Bünyelerindeki yorgunluğu almanın yerine, zihinsel yeteneklerini arttırsaydı. Her gün milyonlarca kişi yatağın bulaşıklığını atmaya çalışıyor kahveyle. Bu insanlar bir uykuya uyanır gibi bir önceki günün kabusuna tekrar koşmak için bünyelerinde hissedemedikleri dinçliği istiyor bu iksirden. Tek bir zeka kırıntısı gerektirmeyen koşuşturmalarına acele ederken, aynı kaybedişlerini, aynı çelişki ve absürdü çok mu istiyorlar ki? Farklı bir keşfediş ve biliş yolculuğu için, bir gün de kahvelerini içmeseler keşke. Patronlarına hareket çekip, "Yataktan çıkmıyoruz!" deseler. Sevişseler birkaç saat daha, öylece uyansalar. Ya da 2 saatlik uykularını içten arzuladıkları bir uğraşlarına koşmak için kahveye muhtaç olmadan bölseler. Çok şey istiyorum hayatta, siz yapmasanız da ben yapacağım günü bekliyorum.

17 Ağustos 2009 Pazartesi

Vicdan, Hafıza, Unutmak , Belki De Unutamamak

Vicdanı sorgulamak bize mi düşmüş? Evet! Hatta daha da beteri, benim gibiyseniz, hayata vicdan üzerinden bakıyorsanız, ayniyle böyle!

17 Ağustos depreminde yurt dışından bazı çocukların mektuplarının sergilendiğini NTVMSNBC'nin haberinde gördüm. Bu haberi okurken bu ufaklıkların, ardımızda bıraktığımız 10 yılın ardından yaşanan acıları hala hatırlayıp hatırlamadığına takıldı aklım. Sonra kendi salaklığıma gülüp, "Biz çok hatırlıyoruz ya" diye içimden geçirdim. Bok var ya, hatırlamamayı başaranların vicdanı nasıldır diye dalıverdim düşüncelere.

Vicdan bazıları için göğsünde hissettiği bir nefes alış/ nefes veriş durumudur. Fizyolojik etkileri daha da ilerleyebilir. Ben bir keresinde entelektüelitesi ile ortamımızı sarsan, boyunca kitap okumuş bir arkadaşım tersine gelmiş bir durumda karşısına şiddet uyguladığında çok değişik belirtilerine de rast geldim. Nörolojik etkilerini gözlemledim. Demem o ki vicdansız diye adlandırılan şahıslara deneyler uygulayasım gelir. Ardı gelmeyen sorularla onların mantık silsilelerini, düşünüş yordamlarını zorlarım. Bunda olabildiğince nesnelleşip, yalnızca onun gömleğini giymek amacı güderim. Bu deneylerime dayanarak vardığım bir ara sonuç şudur: En kolay karın ağrısı verilebilen kişilerdir vicdansız zannedilenler.

Vicdansızlık unutmak mı, gözardı edebilmek mi? Bu iki tanım zaten örtüşük ve örgülüdür. Gözardı etmeyi öğrenmek, bir erdem olmasa da bir yetenektir. (Evrimsel bakımdan adaptasyondur diyenlere sert çıkarım kötü girişirim.)

Duralım önce bir. Unutmadan dediklerimi, önce vicdanın tanımını yapmalıyım. Buna kabaca tanımı ben olsam şöyle yapardım: İnsanları etik sorular karşısında cevaplara sürükleyen en temel yargıların evrensel ve zamandan bağımsız doğru olduğu iddia edilemediğinden, kurtarıcımız olup bilinci sürükleyen beyinsel bir tür mekanizma. Nedenselliğin davranışlarımıza kesinkes yön verdiği en kuvvetli noktamız. Belki hatırlayamadığımız dönemde beynimizde yer etmiş sinapslar aracılığıyla gerçekleşen reflekslerdir. Otomatik Portakal'da bahsedilen yeniden şartlandırma zaten esas dünyada el değemeyen, bilincin maddeyle kavuştuğu noktaya uygulanır.

Örnek vermek gerekirse, bende bu anneye karşı sorumluluk gibi tezahür eder. Günlük hayatımı öğütme mekanizmam iç barışını yitirir vicdanıma ters gidersem beni dürtmeye başlar. Ama diyorum ya, hırsızlığın kötü olduğuna 'bilimsel kanıt' veya akılcılıkla cevap bulunamaz. Üstelik ben mülkiyeti reddediyorum, buna rağmen hırsızlığa yeltenemiyorum! Etik ve ahlak dinin tekelinde de değil. Nedir bu beni kontrolüne almış düstur! Diyebileceğim tek şey şu: Ben annemden böyle öğrendim sanırım.

Şu hissi bilmeniz gerekir tanımımı anlamak için. Vicdanınıza ters bir duruma zorlandığınızda, göğsünüze vuran bir soluğa doyamayış, belki ilerlerse mide bulantısı. Bu bir iç barışsızlık. Bu iç barışsızlık fizyolojiyle el ele bilişsel süreci bay geçiyor. Doğrudan hayat kalitenize müdahale edip midenizi bulandırarak, resmen silahla tehdit eder gibi sizi boyunduruğuna alıyor. Sözünden çıkamadığımız bu güç tamamen bir biyolojik süreç ürünü. Yanlış anlamayalım vicdan evrilebilir zamanla elbette. İnsan beyninin nedensel olduğuna inanmakla birlikte, kaotik bir "interconnected" ağın, çok değişkenli fonksiyonları tarafından yönetildiğini düşünüyorum. Elbet vicdana geri besleme veren bir mekanizma da vardır. Ama bu mekanizma işte en önemli olandır.

Bu mekanizma insanın kendini değiştirebilmesi dediğimiz bir mekanizmadır. Aptal annelerin, ahmak babarın iyi çocuklar yetiştirdiğini sanarız. Aslında daha genelde o çocuklar kendilerini geliştirmişlerdir. Düşünsel süreçlerinin çıktılarını iyi içselleştirip, geri besleme alarak vicdanlarını şekillendirmeyi başarmışlardır. Şüphesiz bunda toplumun iki yüzlü yapısı da önemlidir, 'Kimse ortak kabul edilen etik değerlerle barışık ve uyumlu yaşamaz ama onları ağızlarından da düşürmez'. Bu çelişkinin farkına varan birey düşünsel olarak vicdan ve pratik davranışının arasındaki makası kapatmak için de bir iç yolculuk yapabilir.

İhmal ve unutma burada devreye girer. Vicdan ile pratiğimizin çelişkilerini maskelemek için korkularımızın, kaygılarımızın, lükse olan düşkünlüğümüzün tuzaklarına kapılıp; yüzeysel bir tutarlılık tutturuveririz. Sebeplerimiz olur hep, hep durum bunları gerektirir. Eğer tam bir ahmaksak bu zaten bize müthiş bir özgüven ve güç sağlar. Ama ahmak olmayan kişi bu çelişkiyi ihmal etmeyi başarırsa ne olur? Vicdanınızla uyumlu olmayan ama düpedüz de midenizi kasmayan bir tutum sergilediğinizde (Burada 'hiç zorlanmadan' emir uygulayan Nazi subaylarını düşünün) bu ufak vicdan kırıntısını ihmal etmeyi başardığımızı varsayalım. Gün geçecektir.

Vicdan bu çelişkiyi kabuğuyla oynanan bir yara gibi özeyecektir ilerde. Bu bir iç barışma sürecidir. Sonuca varması bir ömür bile olsa, ya da sonuca varamasa bile huzursuzluk verecek bir kurcalamadır bu. Vicdansızlıktan bahsedeksek eğer, tam da burada iki noktayı koyup tanımı yapmalıyız. Dönüp dönüp akla dolanan geçmişi ve getirdiği çelişki neticelerini ihmal etmek süreğenleşebiliyorsa, veya tümden unutmayı başarabiliyorsa insan, vicdansızdır. Unutmak daha ahmakça olan taraftır ve daha akılcı olduğunu savunanlarda ihmale evrilir. Vicdanıyla çelişik eylemi ilk ortaya koyuş sürecini atlattıran bahaneleri bir ömür geçerli görebiliyorsa, ihmal kolaydır. Bu bir ömür geçerli bahaneler ise yine bir geri besleme ile psikolojik bir kaçış mekanizması olarak insanı kemikleştirip o temelsiz tutarlılığına hapsedip değişmez kılmayı doğurur. İşte tarihi ve toplumsal olaylara bakışta bir ömür tutarlı olmakla övünme fetişizmi buradan kök bulur.

Öyleyse vicdan iç yolculukta ve değişimde çok önemli bir enstrumandır. Bu yolculuğumuzda vicdanın değişmez olduğu gibi bir kabulden de olabildiğine kaçınmak önemlidir. Sonuca odaksız, süreci olabildiğine değerlendirmektir bu sorgu döngüsü. Tek yapmamız gereken unutmamak, en ufak uyumsuzluk hissini sonradan dönebilmek üzere kenara not edebilmek. Vicdansızlık ise değişmemek, değiştirmemek belki de zaten hiçbir şey değiştirememenin verdiği güçsüzlük hissinden kaçmaktır. Hafızanız kuvvetliyse vicdanla başetmek de zorlaşır ve değişmek istiyorsanız şanslı sayılırsınız.

Bundan sonrası kalmış kendinizi tanımanıza. Çekilen acıları unutabiliyor musunuz? Onlardan soyutlanmayı başarabiliyor musunuz? Acı çeken insanları unutmak için, belki de yaşananları dahil hissettiğiniz grup açısından haklı çıkarmak adına bahaneler bulup bunlara bir ömür inanabiliyor musunuz? Hüküm ve tavır birliği içinde olduğunuz grupların gerçekleştirdiği etik dışı eylemleri görev almış olsanız da olmasanız da, bazı kaygılarla mazur görebiliyor musunuz?

Şuna da bir gözatın derim:"Vicdanım rahat."

15 Ağustos 2009 Cumartesi

Arkadaşlar, Web 2.0, Kentlileşme savaşı, ‘Yüz yüze’lik, Kendini Keşif

‘Web 2.0 nedir’ diye başlamak belki de en doğrusu olacaktır. Cevaba şurada, kolayca bir bakalım neymiş bir uygulamaya web 2.0 demek için gerekenler:
  1. Veriye serbest ve kolay ulaşılır bir yapıya sahip olmalı,
  2. Genellikle kullanıcıların kendi depoladığı ve istedikleri anda kontrol edip düzenleyebilecekleri veriler içermeli,
  3. Neredeyse tamamen bir web tarayıcı ile kullanılabilmeli (bu durum ağın bir platform olduğu düşüncesiyle bağdaştırılır),
  4. Veri'nin geri dönüşleri kullanıcının anahtar kelime ya da yer gibi parametreler içeren sorgusu doğrultusunda dinamik olmalı,
  5. Kullanıcıların, kullandıkları ve genişlettikleri sürece uygulamaya değer katmalarına müsade eden bir katılım mimarisine sahip olmalı.
  6. Çoğunlukla sosyal ağ özellikleri taşımalı.
  7. Semantik yani anlamlı web kavramının belirlediği standartlara uymalı,
  8. Verinin siteden çıkartılıp başka uygulamalarda da özgürce ve esnek bir şekilde kullanımına olanak sağlamalı,

Bu girizgâhtan sonra şuna bize bir göz kırpayım istedim hemen, evet bir konsept dahilinde avlanan geyikler gibi çekildik bu karadeliklerimize. Ama ne de meraklıymışız, yarıştık birbirimizi ezercesine. Kendi kendime “Blog tutsam kim takip edecek? Yakın arkadaşlarım doğal olarak. Zaten onlarla paylaşamadığım çok şey mi var ki internette Bizimkiler’in Ali’sinin sesiyle içlerinden seslendirecekleri bir günlüğe dökeyim akıp gidenlerimi.” Benim için internette kişisel site, en üretken yanımla dünyaya açılmak anlamındaydı. Aynı ben ise henüz kendini keşif döneminin hararetinden kurtulamamış, 20’li yaşlarında ama hiç yaşlanmayacakmışçasına yaşayan, sırf zorlanmadan yapabildiği için yaptığı bir kariyerinden arda kalan tüm zamanı sinema, müzik, kitaba ama en çok da insana harcayan kişiydim. Bir gün harcamaktan gayrı üreteceğime inanarak, hayattan beklentimi, hayattakilere ise diyeceklerimi her an sarfediyorum. İnternet güzel şey, düzenin çarpık sosyal ağlarına dolanmadan herkese ulaşabilmeyi vadediyordu. Ben ise dediğim gibi önce üretmek sonra ise ulaşmak derdindeyim.

Yukarıda bahsedilen 2. ve 5. maddenin çekimiyle üretmenin tadına varanlar kapıldı blog rüzgârına. Dışarıdaki sosyalliğin yükünü kaldıramayanlara internetin yaratıcı yükünü bindirdi pazarlama uzmanları ABD’deki cam kaplı kibrit kutularının yükseklerinden. Yalanı yok ben de internete aşığım, dar ve yeni kentlileşen çevremin geri kalmış ülkemle el ele vererek boğmaya çalıştığı tüm entelektüel çabamı boşa gitmekten kurtardı. Şehrimin sinemalarında göremeyeceğim filmleri torrentledim, gücümün yetmeyeceği müzikleri patır patır çektim, belki de sosyal baskıdan elimi uzatmaya korkacağım en anarşist en muzır en anti-etik içeriklere ulaştım. Okudum tükettim, tükettikçe değiştim. Ve ben interneti çok sevdim!

İnternette bu kadar vakit harcamama rağmen, içeriğini kullanıcının yarattığı içeriğe -dar kapsamda bloglara- ilgim doğmamıştı. Ekşi Sözlük vardı yetmez miydi? Her armuttan kıvam kıvam, onu yiyen ayıdan da boy boy vardı. Sonra tek tük arkadaşlarımın bloglarını, yahut yakınım olmasa da yakından tanıdığım ciğerini okuduğum insanların bloglarına sarmaya başladım. Yıllardır görüşmediğim bir dostumun blogunu ‘vay anasını’ diyerekten okudum. Burası er meydanı değil bildiğin soyunma kabinine dönmüştü. Yoksa yalan mı söylüyorlardı? Kendilerini olduğu gibi dökmekle, olmak istediği gibi dökmek arasında pek de fark yoktur. Sonuçta herkes tanrısına benzer, şimdi değilse de yarın!

İnsanoğlunun ne olduğunu anlatmaya gerek yok. Tanrıya yüklediği her sıfat esasen kendinde, yekten taşır iyiyi kötüyü. Aslında taşıdığı sıfatların ağırlıklarının da ehemniyeti yoktur. Sırf insan olmak bile haketmeye değer zaten hayatın getirdiklerini. Benim de arkadaşlarım onlardan birileri. 46 kromozomlu çoğu tahminimce. Onların bloglarını okudukça anladım ki onlar da insanmış, ama her zaman reddedeceğim raddede – dibine kadar. İnternetin yüzyüze olmamasının faydasını çok güzel çekmişler. Hep istekleriyle buldukları arasındaki tek farkın kendilerini eksik hissetmeleri olduğunu haykırdıklarım, bu farkı kapamak için kendilerini sevip hiçbir laflarını sözlerini sakınmaya ihtiyaçları olmadığını her fırsatta söylediklerim kendileri gibi olmayı başarmışlar. Günlük hayatta dile getirmedikleri, en dobra düşüncelerini dökmüşler. Birine resmen seninle seks için deliriyorum demedikleri kalmış, diğerlerine ise hepiniz aptalsınız ve size katlanamadım demeyi ardına koymamış. Ne cengaverlikmiş bu ya! Belki de aradıkları budur. Ben de az röntgenci değilmişim ama, onların açtığı delikten sanki yabancı birilerini gözetlercesine bakmayı tatlı tatlı sevdim bir an!

Ve benim yaptığım hata da budur işte! Anlıyorum ki kişinin dönüşümünde öncül-ardıl yok! Üretmeye giden yol belki bir blogla desteklenebilir. İçine tıktığın ve beklettiğin tüm spektrumun, belki azıcık dışarı sızdırmakla daha da çeşitlilik kazanır. O arkadaşlarım iki yüzlü olduklarından değil. Belki de safane bir metoda kanıp internet+günlük denklemini, internetin ‘yüz yüze’sizliğiyle günlüğün iç yolculuk yanını bireştirerek, kendi keşiflerine doğru yol alıyorlar. Yüzyüze diyemediklerini beyaz bir likit kristal matrisine aktarırken hayata ve ezginliğe karşı tüm geri çekilişleri unutup satırlar vasıtasıyla savaşıyorlar! Özel olması gereken, kendilerinden sakladıkları, korktukları-korudukları, kaçtıkları kendilerini kristal ekranda görüp daha da içlerini keşfediyorlar.

Bu bir yolculuk bileti. Bu yazıyla kestim koçanından ayırdım! Bakalım web 2.0’ın benim hayatıma getirdiği ne olacak. Ben neleri ifade etmekten korkarmışım da kendimi harflere dökmeden kendimde göremediklerim nelermiş? Neymiş benim en yabancıma sereserpe sunacağım taraflarım.