1 Kasım 2009 Pazar

Nüfus Cüzdanı

Beni Türkiye'ye bağlayanın yalnızca anadilim olduğunu düşüneduruyorum uzun süredir. Bir kitabı okuduğumda, içimde fırtınalar koptuğunda ya da en güzel sevgi ve nefret sözlerini seçerken cümlelerin taklalar atabileceği tek dil bu benim için. Yoksa bırakıp gitmek çok kolay. Yemeğine de alışılır başka yerin, geleneğine de. Peki ben Türkiye'ye nasıl alışacağım?

Göbeğimden nakışlandığım Türkiye travmaları üzerimize salarken... Bugün Sonbahar'ı seyrettim. 10 yaşındaki Enkidu neler hissetmişti açlık grevleri sırasında? 13'ünde 'Hayata Dönüş Operasyonu'nu överken hocası sınıfta, iflah olmazlığına nasıl sinirlenmişti?

Uzun zamandır hazırladığım bir liste var benim, Türkiye nam coğrafyanın kendisine yabancılaşmasına yol açan travmaları biriktiriyorum. Hayır kesinlikle tarihin bir döneminde her şey daha güzeldi, başka coğrafyalarda böyle şeyler olmadı demeye vardırmayacağım. Ama yabancılaşma ve yalnızlaşmanın, ülkeyi nasıl bir açık hava hapishanesine çevirdiğini hatırlamak için bu liste çok önemli. Bu liste benim için şimdiki dünya görüşüme evrilirken kaybettiğim 20 yıl demek, dahası önümdeki 20 yılın nasıl kayıplaşacağı demek. Geçen kayıp yüzyılın yarattığı yıkım işte. Her madde için okuma yaptıkça geçmişimizin nerelerde olduğunu bulacaksınız. Milli Eğitimin nasıl bir kıyma makinası olduğunu da...

İttihat ve Terakki, Babıali Baskını
Ermeni Soykırımı
1. Dünya Savaşı- Emperyal Hayaller
Çerkes Ethem ve Milli Mücadele Dönemi Muhalefetin Sindirilmesi
Onbeşler Katliamı (Mustafa Suphi ve TKP'lilerin Öldürülmesi)
Zorunlu Yörük İskânları
Mübadele
Dersim, Ağrı vb. Zaza-Kürt İsyanları ve Bastırılış Şekilleri
Kurtuluş Savaşı Efsanesi ve Lider Kültü => Önemli
Köylüye Ağır Vergiler
Ormanların Peşkeş Çekilmesi
Feodalizm
Devletçilik ve Sermaye Transferi
Nazım ve Diğer Muhalifler
Uyuşturucu Maddeler İnhisarı
Kürt Raporu
33 Kurşun Vakası
Dil Devrimi (Alfabe Değişiminden çok geçmişle kültürel bağın kopması, dilin güdükleşmesi)
Kuruluş Dönemi Irkçılık ve Şovenizmi
Diyanet İşleri ve Devletin Dine Müdahalesi, Güya Laiklik
Trakya Olayları (Yahudi Pogromu)
İskân Kanunu
Yirmi Kura İhtiyatlar Olayı
Varlık Vergisi
'Vatandaş Türkçe Konuş'
Tan Gazetesi Baskını
49'lar (50 Kürt Aydınının Tutuklanması)
6-7 Eylül Olayları (İstanbul Pogromu)
Şehir Adlarının Türkçeleştirilmesi
Alevi Köylerine Cami Yapılması
Köy Enstitüleri Hurafesi => Önemli
28 Nisan Olayları
27 Mayıs Darbesi
Kürdistan'ın Geri Bırakılması- Göç Sorunu- Çarpık Kentleşme
9 Mart Darbe Girişimi
12 Mart Müdahalesi
Denizlerin İdamı
THKO ve 68 Kuşağının İmhası
Kızıldere Katliamı
Bahçelievler Katliamı
Heybeliada Ruhban Okulu ve Azınlık Vakıfları
Ülkücü Terörü ve karşısındaki Goşist Sol Yapılanmalar
Kıbrıs İşgali ve Nüfus Yapısıyla Oynanması
Kanlı 1 Mayıs
Fatsa Deneyimi / Nokta Operasyonu
Maraş/Çorum/Malatya Alevi Katliamı
12 Eylül Darbesi
Amasya Armutçuk Maden Faciası (69 ölü)
ASALA ile Hukuk Dışı Mücadele
Diyarbakır ve Metris Cezaevleri İşkencehaneleri
PKK Kalkışması ve Yeni Düşük Yoğunluklu İç Savaş Dönemi
Çernobil Tedbirsizliği
Musa Anter Suikastı
Zonguldak Kozlu Maden Faciası (263 ölü)
DEP'lilerin Linçi
Kürt Üniversitelilerin Dağa İtilmesi
Sivas Katliamı
Başbağlar Katliamı ve Güneydoğu'daki Sivil Kayıplar
Manisalı Gençler
Özel Tim/Köy Koruculuğu
Yargısız İnfazlar
TSK'nın Yaktığı Köyler ve Ormanlar
Faili Meçhuller
Gözaltında Kayıplar (OHAL)/ Cumartesi Anneleri
Susurluk Skandalı/ Derin Devlet
Gazi Mahallesi Katliamı
28 Şubat Müdahalesi
Mavi Çarşı Katliamı
17 Ağustos Depremi
Ölüm Oruçları - F-Tipi - Hayata Dönüş Operasyonu - Tecrit
Karadeniz Sahil Yolu (Cihan Eren Cinayeti)
Asimilasyon Mağdurları ve Yitmekte Diller (Arnavut/Boşnak/Pomak/Bulgar/Makedon/Karakaçan/Muhacir/Mübadil, Abhaz/Abaza/Oset/Adıge/Ubıh/Lezgi/Çeçen/İnguş/Avar/Lak, Roman/Abdal, Kürt, Laz/Megrel/Pontus Rumu/Hemşinli/Gürcü, Zaza, Alevi, Nasturi/Keldani/Süryani/Asuri, Yezidi, Yörük/Tahtacı/Türkmen, Yahudi/Aşkenazi/Sefarad, Karamanlı, Rum, Ermeni, Nusayri/Arap, Zaza, Tatar/Kırımlı/Nogay, Giritli/Adalı, Levanten, Afrotürk, Azeri/Karapapak, Rus/Don Kazağı/Leh/Alman, Gagauz, Yeni Dönem Mülteci/Kaçak Göçmen)
Eşcinsel*LGBTT/Azınlık/Hayvan/Engelli/Emekli/Çocuk/Kadın/Mahkum/Öğrenci/İşçi Hakları
Yabancı Düşmanlığı, Marjinalize edilen kesimler, Ötekileştirme
Hrant Dink Suikastı
Rahip ve Misyoner Cinayetleri
Gelir Uçurumu ve Yaygın Sefalet
Erkek Egemen Toplum
Vicdani Ret, Total Ret
Çevre Kirliliği ve Soyu Tükenmekte Türler
Irkçı/ Gelenekçi/ Antidemokratik/ Militarist/ Gerontokratik Eğitim Sistemi
Darbe Teşebbüsleri
Dolaylı Vergi Sistemi
Polis Cinayetleri
Sosyal Devlet/ Toplu Taşıma/ Sağlık/ Asgari Ücret/ Barınma/ Parasız Eşit Eğitim/ Sendikal ve Siyasi Haklar/ Örgütlenme Özgürlüğü (Siyasi, Etnik, Kültürel, Dini, ...)
12 Eylül Darbesini çağıranların şimdi darbe karşıtı kesilmesi
Silahlanma ve Ordu, Ordunun Ticari (Oyak ve Vakıf), Hukuki (Özerk Askeri Mahkemeler) ve Siyasi Faaliyetleri, Jandarma Sorunu
Bilge Köyü Katliamı
Yükselen Irkçılık, Ulusalcılık, Neoliberal Dincilik
Polis Devleti
Sürgünde ölenler
Tutuklu 'Taş Atan Çocuklar'
Özel Hayatın Dokunulmazlığı ve Bilgi Mahremiyeti Sorunu
Genetiği Değiştirilmiş Organizma İzni
Orman ve Maden Talanı
Sulak Alan Talanı ve Su Yönetimsizliği
Sahillerin Betonlaşması
Mayınlı Araziler
Eşcinsel (veya LGBTT) Cinayetleri
Namus/Töre Cinayetleri
Çocuk İstismarı
Hidroelektrik Santralleri (Munzur, Ilısu, Furtuna, ...)
Kentsel Dönüşüm Yalanı - Rantsal Dönüşüm
Toplumsal Tarihe ve Hafızaya Tecavüz
Kültür Varlıklarının Korunamaması
Özerk Üniversite
Özgür Basın, Kamu Yayıncılığı-TRT Özerkliği
Medyada Tekelleşme
Sporun Endüstrileşmesi - Futbol
Özgür Sanat ve İfade Özgürlüğü
Sanat ve Spor'un Tabana Yayılması
Katılımcı Demokrasi
Başörtülü Kadınların Üniversitelere Alınmaması, Memur Olamamaları
Yerel Yönetim / Merkez Zıtlığı
Dünya Emekçi Kadınlar Günü ve 1 Mayıs Mitingleri
Banka ve Maliye Sömürüsü
Hukuk, Polis, Asker, Bürokrat, Akademi Statükoculuğu
İnsani Değerlerden Uzak Sarı Sendikalar, Meslek Odaları, Barolar
İnsan Hakları İhlalleri, Demokrasi Tıkanıklığı
Özelleştirmeler, Kamuya Ait Taşınmazların Satışı
Güldünya Tören, Uğur Kaymaz, Ceylan Önkol, Festus Okey, Baran Tursun, Güler Zere, Serap Eser
Parti kapatmalar
Yükselen şiddete bulaşan orta sınıf
Tersane Cinayetleri

Aklıma geldikçe genişleteceğim!

26 Ekim 2009 Pazartesi

Barselona Barcelona Barthelona



Geçtiğimiz cumartesi aktarmalı bir uçak yolculuğunun ardından ulaştım buraya. THY'nin verdiği karnıyarık-şarap ikilisinin ardından ilk bir şapşala döndüm bavulumu beklerken. Burası benim haritada baktığım terminal değildi. Neyse ki ortasınıfa mensup, Türkiye tatilinden dönmekte olan iki annem babam yaşlarında çiftle tanıştım.

Kendileri bu terminalin yeni olduğunu, otobüsle diğer terminale geçeceğimizi, oradan trenle şehir merkezindeki Sants Estació durağında ineceğimizi, oradan bana binemem gereken hattı göstereceklerini söylediler. Bir çift karı koca hemşire (erkek olanına da nurci dediklerinden...) Diğerleri ise fabrikada ustabaşı pozisyonlarında bir çift. Sentetik iplik üretimindeler. Kendilerini solcu gören bu orta yaş amca teyzeler dinden de nasiplerini almamışlardı. Muhabbet şu eksende ilerledi:

-Türkiye harika, İstanbul muhteşem!
-Türk insanı bizim gibi sıcak. İsveçliler ne gıcık öyle...
-Faslılara, pakilere, çingenelere dikkat et. Hırsızlık olabilir. (Her ne kadar sorunu sefalet ve göçe bağlayabilseler de bildiğin orta sınıf ırkçılığı!)
-Sen çok katalan görünüyorsun!
-Bak annesi babası öğretmen o da mühendis olmuş çok zeki belli ki.
-Müslüman mısın? Eğer değilsen 'jamon serrano'yu tatmalısın. Ben daha önce tattım ve bayıldım dediğimde -laf arasında ailemden dini bir eğitim veya empoze almadığımı, esasen dinsiz fakat kültürel olarak müslüman olduğumu da ifade ettim, onlar al bizden de o kadar dediler.- ağzının tadını biliyormuşsun kıvamında övgüler aldım.
-Burası daha Avrupa'dır, İspanya değildir. (Daha sonra kahkahalarla zaten İspanya olamaz çünkü Katalonya dediğimde zevkten dört köşe oldular.) Aynı Paris nüfus falan çok karışık dediler. Ufak bir İzmirli tripleri sezdim anlayacağınız.

Sonra ufacık hostelimin ufacık odasına yerleştim. Hızlı bir wi-fi beni mutlu etti. Çıktım önce bir benzinliğe gidip (saat geç olmuştu) kemirecek bir şeyler aldım.

Pazar günü erken kalktım. Şu gördüğünüz rotada uzunca yürüdüm. Galatasaray uluslar arası ilişkiler mezunu iki kızla ve Avusturyalı iki türk kızla tanıştım. Picasso müzesinde harika vakit geçirdim. Büfenin birinden Guinness'imi alıp içerek gotik mahalleyi ve eski sokakları dolandım. Genel rota: Sagrada de Familia, Gaudi caddesi, Hospital de la Santa Crau y Sant Pau, Torre Agbar (ki hayatımda gördüğüm en fallik bina! İlk resme bakın!), Teatro Nacional de Catalunya, Arc de Trionf, Catedral de Barcelona, Palau de la Música Catalana (modernle klasiği harmanlamış muhteşem bir yapı, dünya mirasında), Picasso Müzesi (Pazar 15'ten sonra beleş turistlere: Gerçi İspanyalı olmadığıma inandırmak için pasaport beklediler ya! Aksan bile olmayan ispanyolcamdan da anlayabilirlerdi.)

Hostelim şehrin Tarlabaşı gibi eski apartmanlarla dolu olan kısmında. Mükemmel titiz bir plan ve eski İstanbul apartmanlarından binlercesi! Çok nostaljik ve orijinal bir asansör bile var binada 3 kapısını da tek tek kapatmadan hareket ettirilemeyen!

Bir de ilginç bir olay yanına geldiğim doktora marketten çıkarken rastlamamdı! Market de bildiğin BİM'den hallice, Almanya da da aynı durum vardı! Hipermarketlere gidemezsen bunlara mahkum kalıyorsun. Onları da göçmenler bekliyor zaten. Temizlik, garsonluk vb ne kadar alt sınıf iş varsa hepsi Pakistanlı, Faslı, Güney Amerikalı (bildiğiniz yerli çoğu), Afrikalılarda.

24 Eylül 2009 Perşembe

Kaza Raporu

Alışveriş sepetimize en iri ego paketinden bir adet daha atalım. Dışımızdaki dünyadan yalıtılmış, bir güç kalkanı arkasında metafizik bir boyutta himaye altındayızdır sanki. Dokunulmadıkça dokunulmazlığıma kaptırmış gitmiştim kendimi. İnsan aklı başında değilken de kazalar, felâketler yaşar. Ufaklığıma tekâbül eden bu tür travma nüvelerini, nasıl olup da travmasız atlattığımı bilmiyorum. Oysa emektar Renault Toros'umuzla birlikte banketten uçarken bagaj camından yıldızların nasıl göründüğünü de gayet net hatırlıyorum.


Bu hisle aklım başıma erdikten sonraki ilk hasar verici tanışmamı 2007 yazında Almanya'ya uçmak için İstanbul'a giderken yolda otobüs şoförünün uyuması sonucu -tesadüfe aynı sırada ben de çığlık sesleriyle uyandım!- yolun iki tarafındaki bariyerler arasında pin-pon topu gibi sekerken yaşadım. Yüzümle asfalt kaplama arasındaki mesafenin azalışının korkusunu hala unutamıyorum, kaldı ki o günden sonra şehirler arası yollarda otobüsü yalnız bir kere kullandım! Kendim kullandığım otomobillerle kendimi daha güvende hissediyorum şehirler arası yollarda artık.

Aynı hisle direksiyona sarıldım bu bayram. Ailem beni alıp abimin yanına geçecekti. Hem babamın yorulmasını istemememden hem de şoför mahalinde güvende hissedişimden yol boyu arabayı kullanmayı kafama koymuştum. Şimdi klasik prensiplerle araba sürdüğümü, yasal ilkelere uymaktan ziyade 'gündüz farı' kullanmak misali ek önlemleri elimden bırakmadığımı söylemem gerek. Gayet pimpirikli bir sürücüyümdür. Sürüş yeteneklerimden çok, hata yapmamayı ilk sıraya koyarım. Trafikte tâkip mesafesini korumayı, yol eğimi ve dolanımına göre hızımı makul sınırlarda tutmayı, işaretleri dikkate almayı önemserim. Gerçi trafikte sizin hatanız olmasa bile, karşınızdakinin hatasını kapatmanız gerekebilir. Sürüş becerileriniz sizi diğer sürücülerin hatalarından kurtarabilir, şanslıysanız!

Babamın uyarıları, hatırlatmaları bayram trafiğinin getirdiği olağan üstü dikkat ihtiyacı zaten yeterince canımı germemiş gibi, radyoda bayramın ikinci gününde ölü sayısının 65'i aştığı anonsaları sürücülerin hepsi gibi benim de sinirimi yeterince bozuyordu. Afyon ile Uşak arasında bir mevkîde ben 100km/sa hızı psikolojik sınırım olarak belirlemiş ilerliyordum. Yol yapım çalışması ile bölünmüş yola son verilmişti. Güvenlik şeritlerinin Devlet Karayolları tabelaları ile kapatıldığı bir gidiş-geliş yol düşünün. Sürekli takip mesafesinin altında düşmekle düşmemek arasında ikilem yaşıyordum. Derken bir yokuş başlangıcındaki boşluğa güvenip beni sollayan birkaç araba yüzünden hızımı alamadan tepeye tırmanmıştım ki yokuş aşağı gördüğüm manzarayı çözümlemekte güçlük çektim.


Şöyle bir manzara düşünün: Yolun orta yerinde birbirine resmen kaynaşmış iki otomobil. Sağ bankette önü yok olmuş bir başka araba, üzerinde bir karayolu levhası ve az ötede sol tarafı tanınmaz halde bir araç daha. Hava yastıklarının dumanı, yerlerdeki siyah bakalitler, camlar, bükülmüş metal parçalar. Motorlardan çıkan buharlar ve yerlere yayılan yağın koyu görüntüsü. Peki ama insanlar nerede diye düşündüm, bir kazanın hemen ardını gördüğümü ilk anladığım an. Sanki bir fotoğrafa bakıyordum. Nasıl olmuştu da bir ses duymamıştık, nasıl şimdi insan sesleri yoktu? Arabanın yalıtımı bizi de 10 saniye ötemizdekinden nasıl soyutlamıştı ve soyutlamaya devam ediyordu?

Cd'de çalan Ravel'in Bolero'sunu kapayabilmiştim ilk an refleksiyle. Daha sonra babamın mı uyarmasıyla tam bilemiyorum ama arabayı kazanın önünde güvenli bir mesafede yol kenarında durdurdum. Babamla tek kelime etmeden arabadan çıkıp koşmaya başladık. O an sanki 'play' tuşuna basılmış gibi kaza yapan araçlardan ve karşı istikametten duruma şahit olan diğer arabalardan da insanlar çıkıp koşmaya başladılar. Böyle bir manzaraya hazırlıksızlığımı o an hissettim. Tek bilebildiğim trafiğin zaten akamayacağıydı -kendi güvenliğimi sağlamak için buna mecburdum- yolun ortasında bir enkaz vardı. Zaten yaşlı bir amca trafiği kesmeyi akıl etmişti.

İlk an gördüğüm görüntüler kanımı dondurmaya yetmişti. Çarpışan arabaların yol ortasındaki karşı yönden geleninden ağzı gözü kanlar içinde biri kız biri erkek iki kardeş çıktı. Onların hemen ardından -daha sonra babaanneleri olduğunu öğrendiğimiz- yaşlı bir teyzeyi yere yatırmak zorunda kaldık, kendini iyi hissetmiyor ve 'Yetiş ya Muhammed, yetiş ya Ali' diye feryat ediyordu. İlk dalgınlığımla sadece çocuklarla ilgilenmiştim. Sürücü koltuğunda hava yastığına yığılı kalmış babalarını kanlar içinde gördüğümde onları uzaklaştırmaya çalışmam nafile idi. 15 civarı yaşta olan kız ile -daha sonra öğrendiğim üzere 12'sinde Uğurcan adındaki- kardeşinin şok içerisinde ağızları gözleri kan içindeydi bir kadının elimize verdiği şişelerle yüzlerine su serpip şoktan çıkartmaya kalktım.

Bu sırada 'pause' düğmesine bastı ta derinlerimden bir dürtü. Dikildim ve çevreme bakındım. Bankete düşmüş arabada sıkışan genç sürücü ile yanına serilip kalmış genç kadının kanlar içindeki görüntüsüne şahit oldum ve arabanın arkasında puset içerisinde ağlayan bebeğin sesini işittim, ardından çocukların çıktığı arabada hareket etmeye başlayan yüzü kanlar içerisindeki babalarıyla göz göze geldim. Sanki kaldıramıyordum bu sahneyi, bizim arabaya doğru koştum ve içeri girdim kapıyı kapadım biraz su içtim. Annem ne olduğunu sordu, şahit olduklarıma katlanamadığımı ilettim ona. Sonradan söylediğine göre ellerim titriyormuş ve benzim bembeyaz kesilmiş. Arabayı tekrar nasıl süreceğimi bilemiyordum. Çok kısa süren bu kaçış hissimi yardıma ihtiyacı olanları düşününce üzerimden attım ve tekrar arabadan çıkıp geri gittim.

Bu sırada banketteki araçtan çıkan kadını yol kenarına yatırmış, konuşturmaya çalışıyorlardı. Tam gözümün önünde çocukların babası arabadan çıkmış yürüyebileceğini söylerken yere yığılmış kalmıştı. Babamı banketteki aracın kenarında kapıyı açmaya çalışırken gördüm. Sıkışan adam nasıl da metin görünüyordu. Babam kapıyı açamazken, arkadan araca giren bir adam sürücünün koltuğunu yatırıp adamın acısını az da olsa dindirmeye çalışıyordu. Ben ise yapılan tüm hamlelerin sakatlıklara veya istenmeyen sonuçlara yol açmasından ne kadar korktuğuma şaşırıp aşırı müdahale etmemeleri için insanlara karışıyordum. O sırada beni destekleyen bir ses duydum, bu kadın çocukların annesiydi, Hacettepe Üniversitesi Hastanesi'nde sağlık memuruymuş.


Anlamıştım ki kendimi daha güvenli hissettiğim şekilde yardımcı olmalıydım. Çocuların yanına gittim. Çok derine inmeye gerek yok, belki de kendimi özdeşleştirebildiğim içindir, erkek çocuğunun elini tuttum. Titremesi durmuyordu, burnunun kırıldığı belliydi. Şoktan ve rahatlaması için kafasına dökülen sudan dolayı hızlı esen rüzgar altında zır zır titrediğini farkettim. Elinden tutmuş üstüne kuru bir şey giydirmeye götürürken annesini gördük ve bana arabayı gösterdi, çocuğa kuru bir şeyler giydirdim. Durmadan 'Ambulans nerede?' diye çağırdıkça, onun için çok uzun gelen sürenin taş çatlasa 10 dakika olduğuna onu ikna etmek imkansızdı. Yerde yığılı yatan, onun tümden bağımlı olduğu yokluğunu düşünemediği babasıydı. Babannesi ağzı kanlar içinde uyanık tutulmaya çalışılıyordu. Oyalamak için sorular sordum. Kanlar içindeki insanlardan uzaklaştırıp, bizim arabaya götürüp kafasını havluyla kuruladım. Adı Uğurcan idi, 12 yaşındaydı, Beytepe İlköğretim Okulu'nda okuyordu, Etimesgut'ta oturuyorlardı, annesi Hacettepe'de sağlıkçı idi. Burnundan nefes alamıyordu ve sağ omzu şişmeye başlamıştı. Durmadan 'Çok teşekkür ederim', 'Size minnettarım' diyen bir çocukla acısını hissetmek kolaylaşıyordu. Sıkıca tutup konuştukça az da olsa onun rahatladığını hissettim. Ambulans ve Arama Kurtarma'nın gelmesi için trafiği tek taraflı durduran gençler sayesinde polis ulaşmıştı ve kontrolü ele almaya çalışıyorlardı. Babam artık profesyonellerin geldiğini, bizim gitmemiz gerektiğini söyledi. Arabaya gerisin geri dönerken, elim yüzümün, kıyafetimin kan olduğunu gördüm.

Araba kullanacak kadar iyi olduğumu duyunca, yola çıktık. Arkamızda bıraktığımız manzara karşısında, bir merak da büyümüştü içimde. Belki en hastalıklı yanımla, küçük bir his köprüsü de kurmuştum. Kazanın sebebi karşımızdaki şeritten, sürücünün uyuyup aksi şeride geçmesiydi. İlk araba sol taraftan sıyırarak yırtmıştı, ikinci araba kafadan gömüp fırıldak gibi dönerek bankete uçmuştu, üçüncü araç ise ağır süratte kafadan girmişti. Yani yarım dakikalık bir farkla ben de elimden bir şey gelmeden, araçta sıkışan taraf olabilirdim. Hem his köprüsü, hem de o faciaya teğet geçmenin verdiği ucuza yaşadığım hissi beni hâlen takip etmekte. Önceki sefer de kolay atlatamamıştım. Ama bu sefer deneyimliyim sanırım. Çünkü şahit olanlar için bu kazanın etkisini kolayca görmüştüm, yol veren bir biçerdöveri hemencecik geçebilecekleri bir durumda korkudan geçmeye cesaret edemeyen 50 araçlık bir konvoy! Ben ne mi yaptım en kafadan sollayıp geçtim. Zaten araba sürdüğüm her an aynı korkuyu yaşadığımı tekrar anladım.

19 Eylül 2009 Cumartesi

Bir Film Âdeta

Hayatımda tutku'nun eksikliğini çektiğimi söyleyebilirim. Bu hissi kendi kendime değişik bakışlarla defalarca söylemişliğim mevcut. Nasıl reddedebilirim böyle bir gerçeği? Anlatsam gülesiniz gelir. Yaşam ritmi değişmemiş bir adamım ben yıllardır. Siyasi fikirlerim keskinleşmekte, buna mukabil cinsiyet, toplum, hayat, aile, teknoloji ve mesleğim hakkındaki düşüncelerim de mezhepçe genişleyedurmakta. Sıkıldıkça lisede yazdıklarını okuyup hâlâ (laf arası, ilk şapka uzatma ikincisi ise inceltme! çok yetkin bir alfabemiz var!) onlara 'irdeleme yönünden zayıf' fakat 'sonuç ve ilke olarak hâlen ben' yaftalarını yapıştırabilirim. Öğrenci durumum ve kazandığım paranın değişiminin aksine değişmemiş bir yaşam akışım var.

Gülersiniz demiştim, ucunden göstereyim. Bu bireyin sakalları tam çıkmamış, yamalı bir surat oluşturuyorlar (diplomalı mühendisim ben -yaaaa- çocuk değilim); göğüs kılları daha geçen sene çıkıverdi- bildiğin pörtledi. Sanal bir "daha tam olgunlaşmadım" tatmini sağlıyorlar (Önce 20 yaş dişlerimi 16 yaşımda çıkarttığımı, kemik olarak orta yaşa yaklaşmış olabileceğimi hatırlatırım!). Bu yaşta dahi evliliği bırak sabit bir yaşam ritmi ve yerleşik bir düzen kurmaya en uzak halimden memnunum. Yatılı okul psikolojisinin ömre hakim olması bu sanırım! Su dağıtımcılarının sahip olduğu cinsten bir renault kangoo ile ulaşım lüksünü tadıyorum. Çocuk gibi ona bakıyor, düzenli olarak onu en iyi şartlarda yaşatmaya iyi bir kaynak ayırıyorum. Toplumsal sınıfını aşmaya çalışan, en iyi okullarda okuyup üç kuruşa çalışarak hayatında bir şeyleri değiştirdiğini sanan klasik futbol meraklısı, plaza delikanlısı bir mühendisle ev ortaklığım var, sırf mali kaygılarla.

Cinsel hayatım kesat. Bugünlerde muhtemelen ilk aşkımı öpmek ve onunla sevişmek için nasıl yıllar ardından yanıp tutuşabileceğimi keşfettim, rüyamda görüyorum gibi anlaşılmasın bu sıralar tekrar sıkça görüşmeye başladık. Hakkımı yememek için şunu söyleyeyim. Romantik sayılacak eser kıymette his bile beslememekteyim, tek durum şu: Kendisini sevgiyle kucaklanabilecek kapasitede ve ateşli bir şekilde sevişilecek çekimde buluyorum! Sanırım minimal tatmin sınırı saydığım kritere kadar düştüm beklentide. Sevişebileceğim bir arkadaş, ama yakın olanından!

Sanki loop'a alınmış hayatım ve ben ikinci sınıf Holywood yönetmeni gibi re-make çekiyorum dönem dönem.

Burada durup beklemeyi teklif ediyorum. Cinsellik önemli bir tatmindir ya, tutku neden yok anlatayım. Sevişebileceğime inandığım kişi sayısı çok değildir benim. Duygusal iğrenti diye tabir ettiğim bir eşik oluşturdu bünyem. Bu iğrentiyi sıradan insanların oluşturması çok kolay. Yalnız bana hayatımın bir dönemi çok yakın olmuşlar için geçmek çok da zor değil. Genelde insanlara karşı kötü his biriktirmeme gibi bir huyum var, gerzek ve açıklamasız davrandıklarında insan doğalarına ve patetik düşünüşlerine yorup optimist bir masturbasyon yapıyorum. Annem ve babamı seçmediğime ve onları kötü yanlarıyla sevebildiğime nasıl kâni isem, çevremdekiler için de bu söz konusu. Çekebilen her insan evladı yeterli gibi sırf zevk alma uğruna terli ve bol salgılı bir debelenme için. Ama bu iğrenti eşiği beni yalnız penetrasyonla doyan insandan ziyade sevişebilen bir insan yapabilecek sanırım. Ha yeri geldi, sizi güldürür beni ağlatır bir gerçek. Sayısını bildiğim kadar cinsel deneyimlerim mevcut, ama daha hiç 'seviş'memiş bir bakir sayabilirim kendimi!

Hayatım bu kadar işte, tutku bunun neresinde bilemiyorum! Ama çevreme azıcık baktığımda referens alacak bir eşik arıyorum. CV'lerin vazgeçilmez satırlarından bende de var: Varoluşçu kitaplara ilgi duyarım, distopyaları da severim ve onların bana neyi istemediğimi bilmenin önemini öğrettiğine inanırım, keşfedici bir müzik dinleyicisi olarak kendimi tanımlarım, sinemaya empresyonist açıdan bakmakla birlikte sosyalist/anarşist/marksist okumaya açık, psikanalist ama en çok da 'absurde' kavramının eylemle buluşmasına odaklı filmleri severim. Ben bu muyum? Peki ya nedir içimde bana hâkim olmuş bu Oblomov'un amacı, üretkenliğimi bir türlü keşfettirmeyen ben?

En büyük hobim, hatta tutkuya en yakın uğraşım bu hayat. Ve müdahale etmeksizin onu takip etmeyi seviyorum. En yakınımdakilerin hayatları benim için bir film gibi ama daha zamana/mekâna yayılmış ve etkileşimli. Odaksız olması en güzel yanı. Bazısı aşık oluyor, bazısı bir arkadaşını sevebildiğini keşfetmiş ve onu hayatına daha çok sokmak için istekli, bir diğeri kendisini tanımayı unutmuş hayatı tanımaya çalışıyor ama her seferinde kendisiyle çözemediği belaları ona hayatın içinden heyula gibi karşı koyuyor, bir hayale aşık olmuş onu her gittiği yere taşıyor ve arkadaş bir bedene hapsetmeye kalkıyor. Ben ise her defasında onların gerçek film karakterlerine dönüşmesini, alelade mühendis/doktor/öğrenci/plaza insanı kırıntılarından sıyrılıp kendileri olmalarını aptal olmamalarını bekliyorum. Toplum etiğini sallamayıp hatta bir etik sistematik kaygısını umursamadan kendisi olmasını-hissetmesini-dokunmasını, çevresinin kendisini sınırlamasındansa yalnızlaşabilmeyi seçmesini, sevgiyi bulduğu yöne kilitlenebilip mantık ve samimiyet topuzunu kaçırmış insanları hayatlarından çıkarabilmelerini, istedikleri düzene bir adım daha yaklaşmak için meydanlarda savaşmalarını, kendilerine yabancılaşmadan hissettikleri kimlikleriyle ayakta durabilmelerini, eşcinsel-kürt-filistinli-engelli-topraksız köylü-kadın-travesti-çocuk-türcülük karşıtı-anarşist yani oldukları kişiler olarak ne dayatılıp hangi kalıba sokulacaklarından ziyade ne olmayı canları çekiyorsa o olmak için birey olmayı seçmelerini umuyorum. Bu filmi izlemek tutku barındırıyor benim için, umduğumu bulmak önemli değil. Bu hikayede kendimi keşfediyorum ben. Çünkü metrajı çok uzun olsa da özeti insan olmak bu filmin.

16 Eylül 2009 Çarşamba

Ama Dostlar İyidir

Bu bir alt metin taşıyor. Kısıtlı çerçevesinde az biraz kabullenme var. Sanki etraf kimseler buyurmuşlar ‘Dostlar seni yer’ sen de cevap vermişsin. Manik depresif olmak, aptal olmak veya kendinin farkında olmak sınırları çizilmiş ak beyaz olgular asla olamazlar. İnsanlar içlerindeki zıt veya yalnızca o sürelik zıt işleyen düşünce süreçlerinin çekiminde, bir o yana bir bu yana savrulduğu döngülerden ders çıkararak bir sonraki savrulacağı kutupları yaratan zeki varlıklar. Sizin en ‘mal’ olmayan yanınız bu süreçlerinizi yorumlayarak dönüşümünüz için farkındalık taşımak olabilir. Eğer hormonlarınız damarınızdan taşar ise bu durumlar sekteye uğrar. İşte o an ben dostlarımı tanırım hayrola ne bu tavırlar diyerekten seyirtirim onlara doğru.

Sen de iyi biliyorsun. Bu hâlini en iyi görecek olan benim. Benimkini ise sensin. Bu, seçilmiş olmamızdan ziyade bu kadar yakınımıza girmesine izin vermememizden başkalarının. Esasen ben özel çaba göstermiyorum. Kendimi daha çok tanımaya çalışmamı çevremdeki dingillerin çoğu kendimi gayet net tanıdığım ve özgüvenimin tavana vurduğu şekilde algılıyor. Bu bazısını hırçınlaştırıyor, çirkinleştiriyor ve bendeki ‘huzurlu, barışık olmayan ama barışmaya çalışmanın dengesi’ni hisseden karşımdaki bünyeye ego çöküntüsü yarattırabiliyor. Benzer süreçler belki de kendileri sokulmaya çalışsa arkadaş olabileceğim ahmaksıların benden uzak durmasına yol açarak beni koruyor, korurken yalnızlaştırıyor. Hatta genel olarak çevre ve merkezin karşılıklı belirleyiciliğine binaen, dünyayı tanımaya, kariyer seçimim sayesinde evrenin yasalarını çıkarmaya kalkışıyorum. Bu başlıkların iç mekanizmalarını çözerken oluşturduğum örgüler ise disiplinler arası çözümlemeler ve modernist bir tümden açıklayıcılık tarzı basit kurallara götürüyor beni. Sonuçta üretiminden çok yorumlama ve veri toplamaya dönüşmüş bir yaşantıdan dünyayı tanımaya çalışıyorum. Mahallenin dedikoducu, müzevir ev hanımıyım. Her şeyden temel olarak bilgim var, evrenin kurallarına, hikayelerinize hakimim. Kendimi tutup konumlandırdığım bu algı durumu ve çok uzak alanlardan aldığım bilgileri işlemekle meşgul olmam, her şeyden kısıtlı olarak anlayan ama hiçbir şeyden tam olarak anlamayan bir adama dönüştürdü beni.

İnsanlar ise battıkları çamurda öyle çırpınıyorlar ki benim içinde kendimi bulageldiğim bu tanıma mücadelemin bana kattığı tüm vasıfları kendi gözlerinde üstünleştiriyorlar. Dinsizsem korkuyorlar, anarşistsem ürküyorlar, biseksüelsem yeter artık diyorlar. Kimisi kayıp diye görüyor, kimisi ise yazıklı bir iç dengeye kavuştuğumu düşünmekle birlikte onlara çok cesur gelen benim olağan gerçeklik algımdan ürkercesine benden de kaçıyorlar. Bazıları kendimi tanıma sürecimin tanığı olmaktan bile yeterince ürküyor, insanın beyni var çünkü: ezkaza kendime soruverdiğim soruları kendisine sorarken buluyor kendini.

Ben de yaklaşırken insanlara korkusuzum. O farkına varmadığım insanı tanıma yeteneğimin seçtiği kişilerdensin. Neyin ters gittiğini bilinciyle ayırt edemeyen fakat bir şeylerin ters gittiğini anlayabilen yangın deneyimlisi bir itfaiye eri gibiyiz. Gördüğü belirtileri tahlil etmesine gerek duymadan, bilincinin arkasında belirtilerin işaret ettiği gerçek konusunda onu uyaran ne ise, arkadaşları sevdiren de bu bilincin arkasındaki ‘sistem boşta işlemi’. Evet sevgi esasen bu denetimsiz bağ. Şimdiye kadar pek şaşmadım insanlar konusunda. Artık yaptığım hatalar mı kişiliğimin bir parçası oldu da böyle düşünüyorum, bence hayır. Çünkü yeterli basitlikte etik değerlerle yaptım bunu (Bu tabii ki bu etik değerlerin boyutlarımızın üstünde bir geçerlilik çemberi olduğu iddiasını taşımıyor.)

Buraya kadar laga luga idi. Sen zaten bu olmayan görsel aldatmacadan ibaret engelleri aşmışsın. Ne benim kendimi bir şey sanmam yerinde, ne de senin. Bu engelleri aşanlar arasında dünyanın en düz insanı olabilecekler de mevcut, dünyanın en marjinal kişilikli denebilecekler de.

Şimdi başa dönelim az veya çok bana benziyorsun. Ve ben seni görebiliyorum. Her anını belki kendime yarar bir bilgi çıkarmanın saf umudu, say ki iyi bir film izleme dileği, o da olmadı işe yarama kaygısıyla yazıyorum kafama. Süreçlerini takibe alıyorum. Ekstrapolasyonlar yapıp tahminlerde bulunuyorum. Geçtiğimiz ay manik geçtiyse senin için ve sebepleri çıkarsamaya kalkıyorsam, depresyonun eşiğinde kontrolü kaybettiğin bir yerde kulağına bir şey fısıldayabilirim. Hayatı ve seni ne kadar tanıdığımı test ediyorum yeri gelince. Ama unutma sen benim için önemlisin. Öncelikle bana düzlemsizce kendini açabildiğin ve benim açılabildiğim yerdesin. Yalnızca labatuvarım olamazsın, yoksa kitaplar ve filmler yeterli gelebilirdi. Sevgi denen bir zımbırtı da var işte.

Şimdi bir bilim adamı gibi şuna inanalım. Yeterince vakit ve emek ilgiyle harcanırsa kendi hayatımızın bugününü ve bilmediğimiz bir devirde sınırları çizilmiş kişiliklerimizi keşfedebiliriz, böylece dönüştürebiliriz. Ve rastgele arkaplanlara ve geçmişlere sahip insanların yorumları bu bilimsel soruya bakarken bulunacak cevaplar içindeki hataları ayıklamaya çok yarar. Bugün için dilediklerine varamadığın durumlar, istemediğin fakat içinde çırpındığın duygusal tuzakları aşmak böyle mümkün. Bunlar dünyanın en önemli sorunları elbette değiller. Yalnızca lezzetli ve fakat alerjik besinler. Zevk, korku her ne mekanizmayla olursa olsun hormon ve beyin kimyanı ele geçirdiklerinde kendini içinde bulduğun konumu değiştirme yeteneğini, farkındalığını senden alıyor. Kullanmasan bile (çıkmak istemediğin duygusal travmalar sana tad veriyor da olabilir – aşk gibi) bu yetkinlikten yoksun kalmamak en iyisi. Bir ‘emergency button’. İhtiyaç halinde kırınız yazıyor. İşte benim burada demek istediğim şu: Lab arkadaşı olmalıyız. Birimiz sorulara yanıt vermekten aciz kalırsak diğerimiz onu konuya yetiştirecek şekilde probleme yakın olmalı.

25 Ağustos 2009 Salı

Savunma

Geçmişte yazdığım bir yazıyla bilgisayarımda karşılaştım. Yazının bir yerinde belirtmişim, bu yazıyı da herkese okutmaktan çekinmeyeceğimi. Şimdi baktığımda bazı açılardan kaygı verici-hatta kısmen komik bazı açılardan ise dibine kadar ben.

Yazı yakın bir arkadaşımın kendini yeni bir gönül macerasına koşmasının ardından aramızda geçmiş bir tartışmaya ithaf. Ben kendisinin kendini henüz tanımadığını iddia ediyordum. Daha kendisi ile problemlerini çözemediğinden, bu yeni işi de eline yüzüne bulaştıracağından... Çünkü kendisiyle derdi olduğunu, özgüven problemlerinden kurtulamadığını düşünüyordum. Karşısındakinin ne kadar iyi veya ne kadar evlerden-uzak bir tip olduğunun önemi yoktu. Açık olan bir şey vardı. Kişilik ve ego mücadelesinden başka bir şey çıkamazdı ilişki girişiminden.

Aleni bir şekilde bunu ifade etmiştim. Gireceği maceranın anca bir haz ve uyku nöbeti olacağını. Etkisinde kaldığı hormonlarının ve yaşama hırsının gözünü karartacağına dikkat çekmiştim. Bu bir uyku olacaktı. Deli bir şekilde çekildiği insanla aslında kendisini paylaşabileceği kadar bile tanımıyordu kendisini, dibine kadar da kaçıyordu. Çünkü içine baktığında bariz olan korkuları, kaygıları ve yaşanmamışlığın eksiklik hissi idi, öz saygısı veya sevgisi mevcut olmadan başkası ne kadar sevilebilirdi ?

Bu analizimin ardından ise "Her şeyi akıl ve mantıkla açıklamaya çalıştığın için hissedemiyorsun. Azıcık da kendini çekimin akışına bırak." tandansında bir yanıt almıştım, gayet sert ve hayatı benden mi öğreneceği havasında. Ben ise ahmakların sevemeyeceğine, anca debeleceğine inanmışlığımla sevdiğim bir arkadaşım tarafından bu raddede red edilmişliğime karşılik kendimi kendime, azıcık da ona savunmuştum.

Bu 'savunma' yazısı, işte o anın hızlı düşünce akışının, anında harflere aktarılmış halidir. Gün 18.05.2007, saat 02.31. Esasen bir tişörtten başka da bana hatırlatan az şey kalmıştır bu vakayı.

***

Sanki ben hiç istemiyor muyum içimde neler olduğunu bildiğim halde bilmiyormuşçasına kendimi akıntıya bırakmayı? Hiçbir çarem yokmuş gibi de kınanmaktan bıktım sanırım mantıksallaştırma süreçlerinin sonucunda. Gerçek budur insan azıcık dinleyince kendini, buluyor bazı sebepleri. Sebeplerden korkmayı anlayışla karşılayabilirim, ya da başkasına söylemek konusundaki isteksizliği. Ama hırçınlaşmayı kaldıramıyorum işte, hele sevdiğim insanlardan gelince bu vurgunlar. Neden ki? Ufacık bir soru sormuştum. Pek ala bilir insan neyi niçin istediğini! Bu bilgiden kaçmak, dediğin gibi geleceğimde arzuladığım his dünyama kavuşmak için zaruriyse ne yapalım o da olmayıversin artık. Çünkü ben bunu beceremiyorum: içimdeki dinamikleri görüyorum, o makinanın her aksamasındaki arızayı bulamasamda işler vazıyette hangi dişlinin niye ses çıkardığını bulabilirim. Haklılık payları vardır elbet. Bu mekanizmaları – bok varmışçasına- hızlı bir şekilde çözmeyi öğrenmiş olmamdan dolayı içinde bulunduğum anı hissedişim gevşemiş olabilir. Hatta özlediğim his de budur! Bu sarhoşluğu doyasıya yaşamak, ama herhangibir sohbet esnasında bile bu mekanizmayı durdurmaya çalışmak sarhoşluktan evvel ahmaklık getirmez mi? Sorduğum soruların cevabı olduğuna eminim. Doğrusunu, yanlışını katmaksızındır bu tesbit. Ancak insanların bu kaçışlarının onlara mutluluk getiriyor olduğu düşüncesinin bir kırıntısı bile beni en çaresiz durumların içinde hissettiriyor. Carpe diem, oldu hoş anı yaşayalım! Ne güzel oh ne ala, ama kanını bildiğim insanlar “düşümüyorum hissediyorum” derken, onların aslında gayet de durumlarına hakim olduklarına inanıyorum. Olsa olsa bana söylemek istemiyorlar ya da kendi dillerine bile değdirmekten çekiniyorlar bu konuyu. Ama bu noktada benim ayağıma bastıktan sonra lütfen gelip de hayatın anlamını bulmuş derviş ayağıyla bu gönüllü körlüğe geçebildiklerini iddia etmesinler. Sadece kendilerinin inandırıcılığının yok olması veya benim kalbimin kırılmış olması olsa içimi burkan, bunları rahatça içimden atmayı da becerebiliyorum. Daha ileri gidip de beceremediğim bu insanlar tarafından itilmişlik hissini, senelerdir kaçtığım yalnızlığımı yanında unuttuğum kişiler tarafından tekrar karşıma getirilmiş bulmak. Hoş bu kızgınlığın içinde aslan payı şüphesiz benim kendimi asla o mevkiye koyamayışımın getirdiği ego çöküntüsü de olabilir. Tabi C. ne yapar: gün gelir bu yazıları bile herkese okutmaktan çekinmez; tek hatası kendisinin gerçekliği bu kadar hissederken uyuşmayı başaramaması sonucunda herkesi bu başarısızlığın kıyısında kendine dayanak görmesi de olabilir. Ama tekerrürü çok seven tarih bana hediyesini maaşallah tarih bile denemeyecek peryotlarla sunmakta. Düşünmek sorgulamak yüzünden suçlanmamı geçiyorum, kendimi anlatamadığım nokta aslında kendilerinden bile sakladıklarını (sandıklarını) benden de saklamaya çalıştıkları noktadır. Sonrasında içlerinde yuva yapmış olan, -sözde- görmezlikten gelmeyi başardıkları bu ilerlemeleri daha sonra onlara duygusal dalgalanmalar olarak geri döndüğünde tüm sürecin farkına vardırtılan arkadaşlarım durumu kabulleneceklerdir; neden sonra tekrar bunu unutup kendilerini göt pozisyonuna koyan sürecin başında tekrar yer alırken, kendilerine aynı kısır döngüye girdiklerini anımsatan C. her şeyi mantıkla çözmeye çalışmakla suçlanacaktır. Olsundur, ne hoştur, C. bunlara alışıktır. Kim bilir onlar bu uykudan uyanmalarına sebep olacak hiçbir uyarım yaratmayacak bir sürece de –sözde- tercih edilmiş içgörüsüzlükleri ile girişip en sonunda uyuşukluğa kendilerini tamamen teslim ederek mutlu kıvamlarına erişeceklerdir. Benim aradığım mutluluk budur zaten? Daha doğrusu aynı nihayi durum benim mutluluk özlemimle denktir. Daha ileri gidersem bir gün gelir ben de bu uykuya dalmak üzereyken beni uyandırmaya çalışan başka bir arkadaşım bana..

“Nedenleri biliyorsun, bana söylemedin burası tamam. Hatta anlayış gösterip isteklerini de yerine getirmek dost olarak görevimdir. Yalnız lütfen kendinden saklamaya çalıştığın şeye işaret eden beni suçlama! Unutma ki sonunda derin duygusal saplantılarına giden yol, bu görmezden gelme sırasında içine yuvalanan habis duygu tomurcukları (tümor de denebilir) yüzünden seni yaşamından soğutacak duruma ulaştığında; gördüğün halde görmezden gelişin kendinden de nefret etmene varacaktır ve yüce gerçeği -yani kendinin en büyük düşmanının yine sen olduğunu- sana hatırlatmış olmaktan dolayı senin beni üzmen sikimde de değil! Yoksa bunları daha önce konuştuğumuzda benimle aynı fikri paylaşan da sendin. Farkındasın ki ben kendime üzülüyorum! Tabi sana olan sevgim de çözülebilmiş değil, zaten bağlılıkların kökeni ulaşamayacağımız hormonel ve fizyolojik temellere de varacağından aramızdaki sevginin de sebebini aramak nedensizdir. Bu yüzden ben senin yanında mutlu hissettiğim zaman asla sorgulamayı keserek, uyuşarak varmadım bu mutluluğa. Tercihsiz – içgörümün sınırları dışındaki- uyuşukluğum bu saydığım diğer etmenlerle birleşip beni senin yanında mutlu yapıyor. En bayağı insanlık değerlerini paylaştığım herkesi senin kadar sevmiyorsam da sebebi budur! Konumuza dönecek olursak beni gerçek hislere varmamakla suçlarken lütfen bir daha sorgulayışımı öne sürme! Sen nasıl hissediyorsun bilmem ama ben şu anda sorgulayarak da sevebiliyorum. Yalnızlık biterken bir uykuya dalacaksam da emin ol o gün beni bu uykuya çekecek olan cazibe gözümü öylesine almış olacak ki zaten sorgularken teslim olacağım. Diğer türlü olur, uykuya dalmak üzereyken uyanırsam da umarım benim şu an senin yanında olduğum gibi sen de benim yanımda olursun dostum.”

...dediğinde onu anlayacağıma eminim, çünkü içimde öyle bir duyu var ki o seçilmiş uykunun bir gün bir yerde belki de en savunmasız bir zamanda patlak vereceğini söyleyip şimdiye kadar da hep patlak verdiği bilgisiyle harmanlayarak beni bu yoldan alıkoyuyor. (Bu patlak verme mevzusunu önceden konuşmuştuk!) Sende aynı duyuyu göremiyorum ama gördüğüm bir şey varsa senin de benim kadar sorguladığın. Bu beyin durmuyor ne yazık ki sen de biliyorsun. Ve sen benim kadar sorgularken bu duyudan yoksun oluşun bana kendimi yalnız hissettirmesinin yanında senin ilerde çekeceğin acıyı da şimdiden hissetmeme yol açıyor. Ama yine bildiğin bildik dediğin dediktir. Tek bilmen gereken bu gözlemlerin de benim sebebini çözemediğim depresif modlara kaymam da benzersiz bir rolü olduğu. Sana bundan fazla tutunmak da zaten yersiz. Bu yersizliği içimde hissederek bitecek bu gece, bitirirken yazıyı tek dileğim bunca şeyi boşa yazmış olmamdır; yani senin mantığını, sen sorgularken kör eden gerçek uykuyla karşı karşıya olduğuna inanmak istiyorum. Böyle olsun ki ben de bu gece işgüzarlık yapmış ama gereksiz hamlesi –allahtan- sonuç vermemiş olduğuna, her tarafın zararsız çıktığına inanarak uyuyabileyim.

***

22 Ağustos 2009 Cumartesi

Kahve, Uyandır Bizi Bu Hayattan!

Ben şahsen içine doğduğum kıt kanaat geçinme becerisine sahip memur ailesinde zevklerin hobilerden geldiğini öğrenemeyecek bir zihniyetle büyütüldüm. Arkamda bir ses sürekli tutumlu olmamı fısıldadığından, bugün bile kendi paramı istediğim miktarda harcayacak yaşta olduğum halde, dönerin yanına ikinci ayranı isteyemem. Buna karşın artık bazı nesnelerin ve eylemlerin beni kendisine çekişine karşı koyamayıp, kazandığım parayı zevk almak üzre harcamak noktasına geldiğimi kavradım. Alkol bu konuda kendimi tutamadığım ilk mecra olmakla birlikte, bir şarap bağında kendi üretimim olan butik şaraplarımı size sunmam için henüz bayağı erken. Şimdilik hazır tüketimle damağımı eğlendiriyorum.

İkinci çekim merkezi ise kahve ile gerçekleşti. Yurdumun acıyı hayatına ortak gören insanları, kahvesini de acı içmez mi? Ben bu acılık arasında tadı yitirmiştim. Hazır kahve denen illet ise toptan nefret etmemi sağlamıştı. Kahve de tütün gibi bir kültür küresi yaratmış, sihirli tarım mahsulü. Yabancı kahve dükkanı zincirleri ile bu kültür ülkede yaygınlaştı. Yurt dışındaki mekanlarda Türk kahvesi yerine içilen 'shot'lar da beni büyüleyince, tadını arar oldum. Beni kendine yavaştan çekti, internette okudum okudum. Avrupa ahalisi, bu acının bertaraf edilmesi için gerekli yöntemleri 150 yıl öncesinde keşfetmeye başlamış ve kahvenin deyim yerindeyse ruhunu okumuş. Artık bu kadar okuduktan sonra ben de hak ettiğime inandım her sabah, acısından fakir, aromasından zengin bir bardak kahveyi. Yukarda görünen Moka Express nam kahve demliğini İtalya'dan bir arkadaşa getirttim. Güzel bir bardak kahveyle güne başlamak ise ayrı bir renk haline geldi.

Daha sonra yazmak üzere kenara koymadan kalemimi, bir soru takıldı aklıma. Kahve zihinsel aktiviteyi tetikleyen bir içecek olsaydı dünyamız nasıl olurdu? Bünyelerindeki yorgunluğu almanın yerine, zihinsel yeteneklerini arttırsaydı. Her gün milyonlarca kişi yatağın bulaşıklığını atmaya çalışıyor kahveyle. Bu insanlar bir uykuya uyanır gibi bir önceki günün kabusuna tekrar koşmak için bünyelerinde hissedemedikleri dinçliği istiyor bu iksirden. Tek bir zeka kırıntısı gerektirmeyen koşuşturmalarına acele ederken, aynı kaybedişlerini, aynı çelişki ve absürdü çok mu istiyorlar ki? Farklı bir keşfediş ve biliş yolculuğu için, bir gün de kahvelerini içmeseler keşke. Patronlarına hareket çekip, "Yataktan çıkmıyoruz!" deseler. Sevişseler birkaç saat daha, öylece uyansalar. Ya da 2 saatlik uykularını içten arzuladıkları bir uğraşlarına koşmak için kahveye muhtaç olmadan bölseler. Çok şey istiyorum hayatta, siz yapmasanız da ben yapacağım günü bekliyorum.

17 Ağustos 2009 Pazartesi

Vicdan, Hafıza, Unutmak , Belki De Unutamamak

Vicdanı sorgulamak bize mi düşmüş? Evet! Hatta daha da beteri, benim gibiyseniz, hayata vicdan üzerinden bakıyorsanız, ayniyle böyle!

17 Ağustos depreminde yurt dışından bazı çocukların mektuplarının sergilendiğini NTVMSNBC'nin haberinde gördüm. Bu haberi okurken bu ufaklıkların, ardımızda bıraktığımız 10 yılın ardından yaşanan acıları hala hatırlayıp hatırlamadığına takıldı aklım. Sonra kendi salaklığıma gülüp, "Biz çok hatırlıyoruz ya" diye içimden geçirdim. Bok var ya, hatırlamamayı başaranların vicdanı nasıldır diye dalıverdim düşüncelere.

Vicdan bazıları için göğsünde hissettiği bir nefes alış/ nefes veriş durumudur. Fizyolojik etkileri daha da ilerleyebilir. Ben bir keresinde entelektüelitesi ile ortamımızı sarsan, boyunca kitap okumuş bir arkadaşım tersine gelmiş bir durumda karşısına şiddet uyguladığında çok değişik belirtilerine de rast geldim. Nörolojik etkilerini gözlemledim. Demem o ki vicdansız diye adlandırılan şahıslara deneyler uygulayasım gelir. Ardı gelmeyen sorularla onların mantık silsilelerini, düşünüş yordamlarını zorlarım. Bunda olabildiğince nesnelleşip, yalnızca onun gömleğini giymek amacı güderim. Bu deneylerime dayanarak vardığım bir ara sonuç şudur: En kolay karın ağrısı verilebilen kişilerdir vicdansız zannedilenler.

Vicdansızlık unutmak mı, gözardı edebilmek mi? Bu iki tanım zaten örtüşük ve örgülüdür. Gözardı etmeyi öğrenmek, bir erdem olmasa da bir yetenektir. (Evrimsel bakımdan adaptasyondur diyenlere sert çıkarım kötü girişirim.)

Duralım önce bir. Unutmadan dediklerimi, önce vicdanın tanımını yapmalıyım. Buna kabaca tanımı ben olsam şöyle yapardım: İnsanları etik sorular karşısında cevaplara sürükleyen en temel yargıların evrensel ve zamandan bağımsız doğru olduğu iddia edilemediğinden, kurtarıcımız olup bilinci sürükleyen beyinsel bir tür mekanizma. Nedenselliğin davranışlarımıza kesinkes yön verdiği en kuvvetli noktamız. Belki hatırlayamadığımız dönemde beynimizde yer etmiş sinapslar aracılığıyla gerçekleşen reflekslerdir. Otomatik Portakal'da bahsedilen yeniden şartlandırma zaten esas dünyada el değemeyen, bilincin maddeyle kavuştuğu noktaya uygulanır.

Örnek vermek gerekirse, bende bu anneye karşı sorumluluk gibi tezahür eder. Günlük hayatımı öğütme mekanizmam iç barışını yitirir vicdanıma ters gidersem beni dürtmeye başlar. Ama diyorum ya, hırsızlığın kötü olduğuna 'bilimsel kanıt' veya akılcılıkla cevap bulunamaz. Üstelik ben mülkiyeti reddediyorum, buna rağmen hırsızlığa yeltenemiyorum! Etik ve ahlak dinin tekelinde de değil. Nedir bu beni kontrolüne almış düstur! Diyebileceğim tek şey şu: Ben annemden böyle öğrendim sanırım.

Şu hissi bilmeniz gerekir tanımımı anlamak için. Vicdanınıza ters bir duruma zorlandığınızda, göğsünüze vuran bir soluğa doyamayış, belki ilerlerse mide bulantısı. Bu bir iç barışsızlık. Bu iç barışsızlık fizyolojiyle el ele bilişsel süreci bay geçiyor. Doğrudan hayat kalitenize müdahale edip midenizi bulandırarak, resmen silahla tehdit eder gibi sizi boyunduruğuna alıyor. Sözünden çıkamadığımız bu güç tamamen bir biyolojik süreç ürünü. Yanlış anlamayalım vicdan evrilebilir zamanla elbette. İnsan beyninin nedensel olduğuna inanmakla birlikte, kaotik bir "interconnected" ağın, çok değişkenli fonksiyonları tarafından yönetildiğini düşünüyorum. Elbet vicdana geri besleme veren bir mekanizma da vardır. Ama bu mekanizma işte en önemli olandır.

Bu mekanizma insanın kendini değiştirebilmesi dediğimiz bir mekanizmadır. Aptal annelerin, ahmak babarın iyi çocuklar yetiştirdiğini sanarız. Aslında daha genelde o çocuklar kendilerini geliştirmişlerdir. Düşünsel süreçlerinin çıktılarını iyi içselleştirip, geri besleme alarak vicdanlarını şekillendirmeyi başarmışlardır. Şüphesiz bunda toplumun iki yüzlü yapısı da önemlidir, 'Kimse ortak kabul edilen etik değerlerle barışık ve uyumlu yaşamaz ama onları ağızlarından da düşürmez'. Bu çelişkinin farkına varan birey düşünsel olarak vicdan ve pratik davranışının arasındaki makası kapatmak için de bir iç yolculuk yapabilir.

İhmal ve unutma burada devreye girer. Vicdan ile pratiğimizin çelişkilerini maskelemek için korkularımızın, kaygılarımızın, lükse olan düşkünlüğümüzün tuzaklarına kapılıp; yüzeysel bir tutarlılık tutturuveririz. Sebeplerimiz olur hep, hep durum bunları gerektirir. Eğer tam bir ahmaksak bu zaten bize müthiş bir özgüven ve güç sağlar. Ama ahmak olmayan kişi bu çelişkiyi ihmal etmeyi başarırsa ne olur? Vicdanınızla uyumlu olmayan ama düpedüz de midenizi kasmayan bir tutum sergilediğinizde (Burada 'hiç zorlanmadan' emir uygulayan Nazi subaylarını düşünün) bu ufak vicdan kırıntısını ihmal etmeyi başardığımızı varsayalım. Gün geçecektir.

Vicdan bu çelişkiyi kabuğuyla oynanan bir yara gibi özeyecektir ilerde. Bu bir iç barışma sürecidir. Sonuca varması bir ömür bile olsa, ya da sonuca varamasa bile huzursuzluk verecek bir kurcalamadır bu. Vicdansızlıktan bahsedeksek eğer, tam da burada iki noktayı koyup tanımı yapmalıyız. Dönüp dönüp akla dolanan geçmişi ve getirdiği çelişki neticelerini ihmal etmek süreğenleşebiliyorsa, veya tümden unutmayı başarabiliyorsa insan, vicdansızdır. Unutmak daha ahmakça olan taraftır ve daha akılcı olduğunu savunanlarda ihmale evrilir. Vicdanıyla çelişik eylemi ilk ortaya koyuş sürecini atlattıran bahaneleri bir ömür geçerli görebiliyorsa, ihmal kolaydır. Bu bir ömür geçerli bahaneler ise yine bir geri besleme ile psikolojik bir kaçış mekanizması olarak insanı kemikleştirip o temelsiz tutarlılığına hapsedip değişmez kılmayı doğurur. İşte tarihi ve toplumsal olaylara bakışta bir ömür tutarlı olmakla övünme fetişizmi buradan kök bulur.

Öyleyse vicdan iç yolculukta ve değişimde çok önemli bir enstrumandır. Bu yolculuğumuzda vicdanın değişmez olduğu gibi bir kabulden de olabildiğine kaçınmak önemlidir. Sonuca odaksız, süreci olabildiğine değerlendirmektir bu sorgu döngüsü. Tek yapmamız gereken unutmamak, en ufak uyumsuzluk hissini sonradan dönebilmek üzere kenara not edebilmek. Vicdansızlık ise değişmemek, değiştirmemek belki de zaten hiçbir şey değiştirememenin verdiği güçsüzlük hissinden kaçmaktır. Hafızanız kuvvetliyse vicdanla başetmek de zorlaşır ve değişmek istiyorsanız şanslı sayılırsınız.

Bundan sonrası kalmış kendinizi tanımanıza. Çekilen acıları unutabiliyor musunuz? Onlardan soyutlanmayı başarabiliyor musunuz? Acı çeken insanları unutmak için, belki de yaşananları dahil hissettiğiniz grup açısından haklı çıkarmak adına bahaneler bulup bunlara bir ömür inanabiliyor musunuz? Hüküm ve tavır birliği içinde olduğunuz grupların gerçekleştirdiği etik dışı eylemleri görev almış olsanız da olmasanız da, bazı kaygılarla mazur görebiliyor musunuz?

Şuna da bir gözatın derim:"Vicdanım rahat."

15 Ağustos 2009 Cumartesi

Arkadaşlar, Web 2.0, Kentlileşme savaşı, ‘Yüz yüze’lik, Kendini Keşif

‘Web 2.0 nedir’ diye başlamak belki de en doğrusu olacaktır. Cevaba şurada, kolayca bir bakalım neymiş bir uygulamaya web 2.0 demek için gerekenler:
  1. Veriye serbest ve kolay ulaşılır bir yapıya sahip olmalı,
  2. Genellikle kullanıcıların kendi depoladığı ve istedikleri anda kontrol edip düzenleyebilecekleri veriler içermeli,
  3. Neredeyse tamamen bir web tarayıcı ile kullanılabilmeli (bu durum ağın bir platform olduğu düşüncesiyle bağdaştırılır),
  4. Veri'nin geri dönüşleri kullanıcının anahtar kelime ya da yer gibi parametreler içeren sorgusu doğrultusunda dinamik olmalı,
  5. Kullanıcıların, kullandıkları ve genişlettikleri sürece uygulamaya değer katmalarına müsade eden bir katılım mimarisine sahip olmalı.
  6. Çoğunlukla sosyal ağ özellikleri taşımalı.
  7. Semantik yani anlamlı web kavramının belirlediği standartlara uymalı,
  8. Verinin siteden çıkartılıp başka uygulamalarda da özgürce ve esnek bir şekilde kullanımına olanak sağlamalı,

Bu girizgâhtan sonra şuna bize bir göz kırpayım istedim hemen, evet bir konsept dahilinde avlanan geyikler gibi çekildik bu karadeliklerimize. Ama ne de meraklıymışız, yarıştık birbirimizi ezercesine. Kendi kendime “Blog tutsam kim takip edecek? Yakın arkadaşlarım doğal olarak. Zaten onlarla paylaşamadığım çok şey mi var ki internette Bizimkiler’in Ali’sinin sesiyle içlerinden seslendirecekleri bir günlüğe dökeyim akıp gidenlerimi.” Benim için internette kişisel site, en üretken yanımla dünyaya açılmak anlamındaydı. Aynı ben ise henüz kendini keşif döneminin hararetinden kurtulamamış, 20’li yaşlarında ama hiç yaşlanmayacakmışçasına yaşayan, sırf zorlanmadan yapabildiği için yaptığı bir kariyerinden arda kalan tüm zamanı sinema, müzik, kitaba ama en çok da insana harcayan kişiydim. Bir gün harcamaktan gayrı üreteceğime inanarak, hayattan beklentimi, hayattakilere ise diyeceklerimi her an sarfediyorum. İnternet güzel şey, düzenin çarpık sosyal ağlarına dolanmadan herkese ulaşabilmeyi vadediyordu. Ben ise dediğim gibi önce üretmek sonra ise ulaşmak derdindeyim.

Yukarıda bahsedilen 2. ve 5. maddenin çekimiyle üretmenin tadına varanlar kapıldı blog rüzgârına. Dışarıdaki sosyalliğin yükünü kaldıramayanlara internetin yaratıcı yükünü bindirdi pazarlama uzmanları ABD’deki cam kaplı kibrit kutularının yükseklerinden. Yalanı yok ben de internete aşığım, dar ve yeni kentlileşen çevremin geri kalmış ülkemle el ele vererek boğmaya çalıştığı tüm entelektüel çabamı boşa gitmekten kurtardı. Şehrimin sinemalarında göremeyeceğim filmleri torrentledim, gücümün yetmeyeceği müzikleri patır patır çektim, belki de sosyal baskıdan elimi uzatmaya korkacağım en anarşist en muzır en anti-etik içeriklere ulaştım. Okudum tükettim, tükettikçe değiştim. Ve ben interneti çok sevdim!

İnternette bu kadar vakit harcamama rağmen, içeriğini kullanıcının yarattığı içeriğe -dar kapsamda bloglara- ilgim doğmamıştı. Ekşi Sözlük vardı yetmez miydi? Her armuttan kıvam kıvam, onu yiyen ayıdan da boy boy vardı. Sonra tek tük arkadaşlarımın bloglarını, yahut yakınım olmasa da yakından tanıdığım ciğerini okuduğum insanların bloglarına sarmaya başladım. Yıllardır görüşmediğim bir dostumun blogunu ‘vay anasını’ diyerekten okudum. Burası er meydanı değil bildiğin soyunma kabinine dönmüştü. Yoksa yalan mı söylüyorlardı? Kendilerini olduğu gibi dökmekle, olmak istediği gibi dökmek arasında pek de fark yoktur. Sonuçta herkes tanrısına benzer, şimdi değilse de yarın!

İnsanoğlunun ne olduğunu anlatmaya gerek yok. Tanrıya yüklediği her sıfat esasen kendinde, yekten taşır iyiyi kötüyü. Aslında taşıdığı sıfatların ağırlıklarının da ehemniyeti yoktur. Sırf insan olmak bile haketmeye değer zaten hayatın getirdiklerini. Benim de arkadaşlarım onlardan birileri. 46 kromozomlu çoğu tahminimce. Onların bloglarını okudukça anladım ki onlar da insanmış, ama her zaman reddedeceğim raddede – dibine kadar. İnternetin yüzyüze olmamasının faydasını çok güzel çekmişler. Hep istekleriyle buldukları arasındaki tek farkın kendilerini eksik hissetmeleri olduğunu haykırdıklarım, bu farkı kapamak için kendilerini sevip hiçbir laflarını sözlerini sakınmaya ihtiyaçları olmadığını her fırsatta söylediklerim kendileri gibi olmayı başarmışlar. Günlük hayatta dile getirmedikleri, en dobra düşüncelerini dökmüşler. Birine resmen seninle seks için deliriyorum demedikleri kalmış, diğerlerine ise hepiniz aptalsınız ve size katlanamadım demeyi ardına koymamış. Ne cengaverlikmiş bu ya! Belki de aradıkları budur. Ben de az röntgenci değilmişim ama, onların açtığı delikten sanki yabancı birilerini gözetlercesine bakmayı tatlı tatlı sevdim bir an!

Ve benim yaptığım hata da budur işte! Anlıyorum ki kişinin dönüşümünde öncül-ardıl yok! Üretmeye giden yol belki bir blogla desteklenebilir. İçine tıktığın ve beklettiğin tüm spektrumun, belki azıcık dışarı sızdırmakla daha da çeşitlilik kazanır. O arkadaşlarım iki yüzlü olduklarından değil. Belki de safane bir metoda kanıp internet+günlük denklemini, internetin ‘yüz yüze’sizliğiyle günlüğün iç yolculuk yanını bireştirerek, kendi keşiflerine doğru yol alıyorlar. Yüzyüze diyemediklerini beyaz bir likit kristal matrisine aktarırken hayata ve ezginliğe karşı tüm geri çekilişleri unutup satırlar vasıtasıyla savaşıyorlar! Özel olması gereken, kendilerinden sakladıkları, korktukları-korudukları, kaçtıkları kendilerini kristal ekranda görüp daha da içlerini keşfediyorlar.

Bu bir yolculuk bileti. Bu yazıyla kestim koçanından ayırdım! Bakalım web 2.0’ın benim hayatıma getirdiği ne olacak. Ben neleri ifade etmekten korkarmışım da kendimi harflere dökmeden kendimde göremediklerim nelermiş? Neymiş benim en yabancıma sereserpe sunacağım taraflarım.